"Melankoli, sessiz bir kaybın yankısıdır; dile gelmez ama sanatla şekil bulur." Julia Kristeva'nın "Kara Güneş" adlı yapıtında dile getirdiği bu cümle, insanın hem varoluşsal çöküşüne hem de sanatsal doğuşuna açılan kapıdır. Peki, neden bazı insanlar kaybın içinden yıkımla değil, yaratımla çıkar? Ve neden bu karanlık, bazılarının içinden en parlak imgeleri doğurur?
Melankoli, çoğu zaman psikolojik bir hastalık, bir ruhsal durgunluk hali olarak anlaşılıyor. Ancak Kristeva, bu kavramı yalnızca depresyon penceresinden okumaz. Onun bakışında melankoli, dile getirilemeyen bir kaybın 'çoğu zaman çocuklukta yaşanan, bilinçdışına gömülü bir yitimin' sessizce içimizde çalışmaya devam eden yankısıdır. Özne, bu kaybı kelimelere dökemez; çünkü kaybedilen şey bir kişi ya da nesne değil, belki de varlığın anlamına dair bir bütündür. Ama yine de bu sessizlik, kendi dilini yaratır: sanatın dili.
Dış dünyaya kapanan melankolik ruh, enerjisini içe çeker. Freud'un "yas" ile "melankoli" arasındaki ayrımda olduğu gibi, yas tutan birey, kaybı tanır ve zamanla onunla vedalaşır. Melankolik ise kaybın adını bile koyamaz. İşte bu nedenle, Kristeva'nın gözünde melankolik sanatçı, bu isimsiz eksikliği imgelerle, notalarla, kelimelerle, fırça darbeleriyle ifade etmeye çalışır. Van Gogh'un sarısıyla S. Plath'in keskin dizeleri, bu estetik arayışın çığlığıdır.
Kristeva'nın "simgesel dil" dediği şey ise, bu noktada devreye girer. Çünkü kelimeler çoğu zaman yeterli değildir. Yitimi doğrudan anlatmak mümkün olmayınca, özne onu imgelerle çevreler. Beethoven'ın sağırlığına rağmen yazdığı besteler, işitme duyusunun yoksunluğunun nasıl işitsel bir zenginliğe dönüştürülebileceğinin güçlü bir göstergesidir. Melankoli, burada yalnızca bir acı değil, bir duyarlılık biçimine dönüşür. Sanatçı bu duyarlılıkla varlığın en kırılgan köşelerine dokunur.
Ancak yine de bu yaratıcı melankolinin bir mucize olmadığını da hatırlatır. Sanat, bu acıyı her zaman dönüştüremeyebilir. Plath'in dizelerinde olduğu gibi, bazı karanlıklar ne kadar estetik formda ifade edilirse edilsin, geride bir çıkışsızlık duygusu bırakabilir. Bu nedenle Kristeva'nın "kara güneş" metaforu hem ışığı hem de karanlığı barındırır. Melankolinin yarattığı imgeler parlak olabilir ama bu parlaklık, doğrudan güneşin değil, karanlığın içinden süzülen bir ışıltının ürünüdür.
Melankoliyle yoğrulmuş sanat, yalnızca bireysel bir arınma değil, aynı zamanda kolektif bir deneyim alanı sunar. Bir okur, bir dinleyici ya da bir izleyici olarak, bu eserle temas ettiğimizde, sanatçının bireysel çöküşü bizim ortak acımız haline gelir. Kristeva, bu yönüyle sanatı bir tür "toplumsal terapötik alan" olarak da görür. Çünkü o eserler, yalnızca anlatıcının değil, bizlerin de içimizde yankılanan eksikliklerine bir ayna tutar.
Ve belki de asıl mesele budur: Melankoliyi "sevmek" değil, onunla yaşamayı öğrenmek. Onu yok saymak yerine, onun sunduğu o derinlikten beslenmeyi başarmak. Çünkü Kristeva'ya göre insan, eksikliğiyle insandır. Sanat, bu eksikliği örtmez; yalnızca ona bir biçim verir. Ve biz, o biçimin içinde kendimizi buluruz.
Kristeva'nın sözleriyle bitireyim: "Sanat, dile gelmeyenin nefesidir." Melankoli ise bu nefesin en derin soluklarından biridir. Onu dinlemek cesaret ister. Ama bir kez duyduğunuzda, o sessizlikten ne büyük yankılar doğduğunu da fark edersiniz. İlk doğumunuz annenizden olabilir; ikinci doğum içinizdeki derinlerdeki nefesi hissetmeyle oluşan doğum olabilir.