Yeşim Mutlu

Yazar İlknur Atalkın ile “Tüm çıkışlar kapalı” üzerine

28.12.2025 19:05
Haber Detay Image

Hayatta bazı insanlar vardır; hayatına bir kez değil, defalarca girer. Farklı zamanlarda, farklı hâllerinin içinden. İlknur Atalkın'la olan dostluğumuz benim için tam olarak böyle bir yerden geçiyor. Yılların içinden süzülmüş, kimi zaman susarak, kimi zaman kelimelere yaslanarak ilerlemiş bir yakınlık bu. Hayatın önemli kırılma anlarında birbirinin sesini tanıyabilmenin verdiği o tuhaf, sakin güven… Ne gösterişli, ne iddialı. Ama hep orada.

Bu röportaj, Tüm Çıkışlar Kapalı' nın etrafında dolaşırken aslında bizim daha eski bir yerimize dokunuyor. Fotoğrafla başlayan, yazıyla derinleşen, sanatla genişleyen bir yolun içinden geçiyor. İlknur'un soruları, anlatmak isteyeni aceleye getirmeyen; anlatılmayanı da zorlamadan olduğu yerde bırakabilen bir dikkatle ilerliyor. Bu yüzden konuşmak, bir röportajdan çok, birlikte düşünmeye benziyor.

Bu söyleşiyi, bir kitabın nasıl yazıldığını anlatmak için yapmadık. İki dost kadın olarak, benzer yaşların ve benzer hayat eşiklerinin içinden geçerken, kahvelerimizi yudumlayıp durduk biraz. Geçmişe baktık, şimdiye dokunduk. Çünkü bazı kitaplar cevap vermek için değil; insanın kendi sorusuyla daha sahici bir yerde kalabilmesi için yazılıyor.

Fotoğrafçılık senin hayatında önemli bir kırılma noktası. Bu dönüşüm nasıl başladı?

Fotoğrafçılık benim için hayatımın dönüm noktalarından biri. Kurumsal iş hayatını bırakıp önce hobi olarak başladığım ve zamanla mesleğe dönüştürdüğüm bir uğraş oldu. Ama bu sadece bir iş değişimi değildi; sanatla ilgilenmenin insanı dönüştüren bir tarafı var. Fotoğraf, beni başka sanat disiplinlerine daha yakınlaştırdı; edebiyatla, müzikle, sinemayla daha güçlü bağlar kurmamı sağladı. İnsanın kendini geliştirmesi için açılan bir kapı gibi… Bir yerden giriyorsun ve başka yerlere geçiyorsun.

Yazmak hayatının neresinde duruyor?

Önceleri sadece bir duyguyu, olayı yazarak aktarabilmekti benim için. Yazınca rahatlar, içimden çıkarmış, okuyanla paylaşarak kendimi ifade edebilmiş olmanın hazzını yaşatırdı. Fakat son yıllarda, yaklaşık on yıldır, yazmak benim için bir kendini ifade etme aracı olmaktan çok bir düşünme biçimine dönüştü. Bazen hayatın tam ortasında bazen de kenarında duruyor gibi görünse de aslında arka planda sürekli çalışan bir mekanizma; bir şeyin neden canımı acıttığını, neden güldürdüğünü, neden ısrarla geri döndüğünü anlamaya çalışırken "Benim derdim ne?" diye sormaya başlıyorum kendime ve yazı devreye giriyor. Yazdığımda hayatın dağınıklığı bir süreliğine biçim kazanıyor sanki… Yazı, benim için kendime bile yabancı kalan parçalarımla da bir masada oturabilmek. Roman yazarken bu masa büyüyor; sadece ben değil, karakterler, mekânlar, geçmiş ve şimdinin birbirine sızdığı yerler de oturuyor o masaya.

Okumakla kurduğun ilişki hayat evrelerine göre değişmiş görünüyor. Özellikle kadınlar için bu durumu nasıl değerlendiriyorsun?

Okul çağlarında okumaya başladıysan, o dönem için benliğinde iz bırakacak romanlar, hikâyeler okuduysan zaten kanına işlemiş oluyor edebiyat. Ama özellikle kadınlarda yaşanan şöyle bir durum var: Anne olduktan sonra, hele bir de çalışıyorsan, okurlukla arana büyük bir boşluk giriyor. Bunu hem kendimde hem de sohbet ettiğim çoğu kadında gözlemledim.

Benim için son on yıldır aç kalmış bir kurt gibi okumak, bu arayı kapatmaya çalışmak oldu. Arayı kapatmak diye bir şey mümkün değil tabii… Okudukça daha çok bilmek yerine ne kadar çok bilmediğimi görmek beni bu yolda daha da tuttu. Bilmek değil; kendimi, insanı, dünyayı anlama çabasında olmak bu yolu açtı bana. Okudukça yazma arzusu da böylece oluştu.

"Son on yıldır aç kalmış bir kurt gibi okumak" ifadesi çok güçlü. Bu yoğun okuma hâli sende neyi telafi etmeye çalışıyordu?

Bir şeyleri kaçırmış olma hissini telafi ediyordu sanırım. Yaş ilerledikçe insan "Geç kaldım, eksik yaşadım" duygularıyla baş etmeye çalışıyor. Bilgi eksiğim olduğu için hayıflanırdım; herkes her şeyi çok iyi bilirmiş, bilmek zorundaymış gibi. Kurgu yanında kurgu dışı kitaplar da okudum; felsefe, sosyoloji ve psikoloji kitapları kendimi ve insanı anlama çabamda destekçim oldu. Okumak bir süre sonra bilgi toplama aracı olmaktan çıkıp içimdeki dağınıklığa dil bulma çabasına dönüştü. "Aç kurt" benzetmesini de okudukça doymadım, tersine iştahım arttı anlamında kullandım sanırım. Çünkü her kitap, dünyaya başka bir yerden bakmanın mümkün olduğunu gösterdi bana. Bu da beni hem rahatlatan hem de huzursuz eden bir şeydi. Demek ki tek bir gerçek yok, demek ki tek bir anlatı da yok. Peki, ben nasıl anlatacağım?

Yazmaya geç başlamış olmak sence bir dezavantaj mıydı yoksa bir avantaj mı?

İkisi de. Dezavantajı şu: İnsan "Keşke daha önce başlasaydım" diye içinden geçiriyor; kaslar geç ısınıyor, disiplin sonradan kuruluyor. Ama avantajı daha büyük: Geç başlamak, acele etmemeyi öğretiyor. Hayatın malzemesi birikmiş oluyor; sesin daha az taklit, daha çok kendine ait olabiliyor.

Bir de geç başlamak, yazıyı bir kariyer hamlesi değil, bir varoluş meselesi olarak kurmaya zorluyor. "Neden yazıyorum?" sorusu insanın karşısına daha çıplak geliyor. Bu çıplaklık bazen korkutuyor ama aynı zamanda metni dürüstleştiriyor.

Romanın çıkış noktasında çok temel bir soru var. Bu soru senin için nasıl bir meseleye dönüştü?

Evet, "Amacın ne?" sorusu romanın ilk cümlesi. Çoğu ilk romanda olduğu gibi bol otobiyografik malzeme var; asıl çıkış fikri öyle zaten. Hepimiz hayatımızın bir döneminde şu soruyu kendimize sormuşuzdur: "Ya bu yolu değil de şu yolu seçseydim hayatım nasıl olurdu, nasıl şekillenirdi?" Ben de yirmili yaşlarımda bu soruyu kendime sormuşum ve otuz yıldır kafamın içinde döndürüp duruyormuşum. Bu sorunun bir yanıtı olmadığını, başlı başına bir mesele olduğunu görünce yazmaya karar verdim. Sonrasında da seçtiğimiz yollar değil de hayatın neresinde durup geriye, ileriye ve şimdiye baktığımız daha önemli bir mesele oldu ve beni odağımda tuttu.

İlk romanlarda sıkça görülen otobiyografik damar konusunda nerede duruyorsun?

Otobiyografik malzeme bolca var çünkü insanın bildiği tek iç dünya kendi içi. Dolu dolu bir yaşanmışlık var elimde, bu malzemeyi nasıl kullanmayayım? Sadece benim yaşadıklarım değil; yaşadığım sürece çevremde olup bitenler, gözlemlediğim, tanıdığım insanlar, okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, yaşadığım şehirler, ülkeler… Kısacası dokunduğum, bana dokunan her şey ve herkes "otobiyografik malzeme" deyince işin içine giriyor aslında. Hepsinin bende bıraktığı tortu, ritim, iz… Daha çok onunla ilgileniyorum.

Okur, yazara dair hep benzer soruları soruyor. Bu merakı nasıl karşılıyorsun?

Okur tarafından en çok merak edilen sorular genellikle şunlar oluyor: Yazar ne kadar metnin içinde? Kendi hayatını mı yazdı? Karakterlerden biri o mu? Nasıl yazıyor? İlham mı geliyor? Çok mu yetenekli, yoksa nasıl çalışıyor?

Bu soruları çok haklı buluyorum çünkü her iyi okurun içinde bir yazma arzusu olduğunu düşünüyorum. Bazı hikâyeleri, cümleleri okurken "Bunu ben yazsaydım tam da böyle yazardım" deriz. Duyguları, hayatta yaşananları sağaltacak başka bir sanatla, üretimle ilgilenmiyorsak elimizde olan tek ve ortak malzememiz dilimiz. O yüzden yazmak isteyen herkes keşke yazsa. İlhamdan, yetenekten çok çalışmak; kendine doğru gelen bir yolu yordamı bulup yola devam etmek gerekiyor. Bu da herkes için farklı; deneyerek, yanılarak bulunan bir yol.

Her iyi okurun içinde yazma arzusu olduğuna inanıyorsun. Sence yazmak isteyenleri asıl durduran eşik neresi?

Bence en büyük eşik kişinin kendisi. Yeterince iyi olma baskısını önce biz kendimize yapıyoruz. İçimizdeki editör mesela, çok erken konuşmaya başlar. Daha ilk kıvılcımdan, fikirden, taslak metinlerden itibaren kulağımızın dibinde bağırır durur: "Olmamış, olmamış, olmamış…

" E metin de doğmadan boğuluyor tabii böyle olunca. İçimizdeki, çevremizdeki olumsuz baskı yaratan her şeyin ve herkesin sesini duymamayı öğrenmek belki de ilk adım.

Bir de görünme korkusu var: Yazmak, bir tür sahneye çıkmak. Herkes alkışlamasa da kimse anlamasa da hatta yanlış anlaşılsa da orada durabilme cesareti gerekiyor. Çoğu insan yazmaktan değil, yazdığının dünyaya çıkmasından korkuyor. Ben de korkuyordum. Yazı masada güvenli; yayımlanmak, okura değmek, metnin senden ayrılması da bir baskı yaratıyor. Senin ne yazdığın değil, okurun ne anladığı önem kazanıyor. Kaldı ki bu, bence asıl kıymetli tarafı.

Okurdan gelen geri dönüşler senin için ne ifade ediyor?

Metnin benden bağımsız bir hayatı olduğunu gösteriyor. Bu hem sevindirici hem de biraz ürkütücü. Yazarken çok yalnızsınız; bitsin, yayımlansın da okunsun istiyorsunuz ama neyle karşılaşacağınızı bilmiyorsunuz. Mesele ettiğin her neyse okurda da bir karşılık bulduğunu görmek bir yazar için en büyük ödül. Teknik olarak yapıcı eleştiriler de çok kıymetli. "Şöyle değil de böyle olsa edebi açıdan daha iyi olurdu" eleştirilerini daha çok duymak isterdim mesela. Bu konuda bir eksiklik hissediyorum ya da bu eleştiriyi yapacak kişilerin radarına henüz giremedim.

Özetle; geri dönüşleri bir onay mekanizması gibi değil, bir yankı odası gibi görüyorum. Metin, her okurda yeniden yazılıyor. Bazı cümleler okurda hiç ummadığın yerden karşılık buluyor, bazıları da sessiz kalıyor. İlk kitabı yazarken kendimize "Bir kişi bile okusa yeter" diyoruz. Koca bir yalan ya da bir savunma mekanizması diyelim; kimse okumazsa üzülmeyeceğine inandırıyorsun kendini. Basbayağı okumayan kalmasın istiyorsun içten içe.

Yayımlanma süreci de yazarlığın en kırılgan alanlarından biri. Sen bu süreci nasıl yaşadın?

Dünyada da böyle mi bilmiyorum ama Türkiye'de çok popüler değilseniz ya da çok önceden yazmaya başlayıp belli bir okur kitlesi edinmediyseniz ilk metninizi yayımlatmak çok zor. Roman bittikten sonra üç yıl bekledim ben. Yayınevlerinin de haklı olarak ticari kaygıları var ancak bu, edebiyata yeni metinler ve yazarlar kazandırmak için çok zorlayıcı bir durum. Benim için büyük kaygıydı. Zaten tanınmış biri değilim, üstüne üstlük yazmaya çok geç başladım (Bir yandan iyi ki öyle oldu; daha genç yaşta yazsam olmazdı belki, hayat deneyimim hayli artmıştı), "Kim basacak, kim okuyacak?" diyordum. Çoğu yayınevinden okunmadan ret aldım. Ama inatçılığım işe yaradı sanırım, işin ucunu bırakmadım. Son dönemde birçok yeni yazara alan açan Alakarga Yayınları tarafından Ağustos 2025'te yayımlandı.. Yoksa yazmaya küsecek gibiydim. Umarım okura ulaşır ve yapıcı eleştirilerle geri döner ki ben de devam etme gücümü kaybetmem.

Bu roman bir başlangıç mı?

Daha çok bir kapının aralanması. "Bir kere yaptıysam yine yapabilirim"in elle tutulur karşılığı. Tüm Çıkışlar Kapalı benim için hem bir hikâye anlatma hem de bir yöntem denemesi oldu: parçalı kurgu, iç monolog, hafıza ve kimlik üzerinden düşünme…

Bu romanı yazma sürecinde doğrusal bir olay anlatmaktan çok, zihnin ve zamanın kırılmalarını takip etmeyi sevdiğimi gördüm. Yazma yolculuğum beni nereye götürecek şu an bilmiyorum ama sanırım soruları çoğaltan, biraz karanlıkta el yordamıyla ilerleyen, ısrarla yeni koridorlar açmaya çalışan bir iz süreceğim gibi duruyor. Yeni roman için notlarım, taslaklarım var. Yola devam…

İlknur'la ayrılırken birbirimizi fotoğraflıyoruz. Yıllara yayılan dostluğun verdiği o doğallık ve yakınlıkla basıyoruz deklanşöre. İkimiz de aynı vizörden bakıyoruz ama hiçbir şeyi netleştirme zorunluluğumuz yok. Bazı cümleler yarım kalıyor, bazı sorular açıkta duruyor. Kitabın içinde dolaşan belirsizlik, yol ayrımları, "başka türlü olabilir miydi?" hâli burada da kendini ele veriyor.

Bir kitap yayımlandığında yazardan kopar; okurun hayatına karışır, başka anlamlar kazanır. Bizde de olan bu. Hayatımızın bir önceki durağı, bir sonrakini beklerken, biz o an aynı durakta duruyoruz. Yazının, dostluğun ve hayatın birbirine değdiği o kısa, kırılgan anda…

İlknur için yol hâlâ açık. Ve hâlâ dolaşacak çok yer var.

Yazarın Tüm Yazıları