Bazı insanlar sevgiyi duyamaz.
Kulağı vardır ama kalbi sağırdır.
Bir "seni seviyorum" cümlesi onlara ulaşmadan, zihinlerinde dağılır:
- "Benden bir çıkarı var."
- "Bana acıyor."
- "Benim gibiyi birini ancak benim gibi defolu ve eksik biri sever."
- "Ya da çok saf biri…"
Oysa genelde kimse onları kandırmamaktadır.
Sadece kendi iç sesleri, sevgiden daha gür konuşmaktadır.
İçinde yıllar önce bir çocuk vardır hâlâ sevilmeyi bekleyen ama sevilmeye de inan(a)mayan bir çocuk.
Yarayı Anlamak
Değersizlik yarası, duygusal ihmalin sessiz ürünüdür.
Bağırmaz, kanamaz ama içten içe çürütür.
Bir çocuk düşünün…
Bir gün ağladığında "abartma", sevindiğinde "fazla olma" denmiş.
Bir gün hata yaptığında "hayal kırıklığı" olarak görülmüş.
Sevilmiştir belki ama hep bir şartla: Başarılı ol, uslu ol, işe yara, güzel görün, herkes gibi ol…
Ve o çocuk şunu öğrenmiştir: Ben olduğum gibi değil, ancak işe yaradığımda sevilirim.
Böylece yetişkin olduğunda sevgiyi hak etmek için çalışır ama onu hak ettiğine asla inanmaz.
Birinin sevgisini duyduğunda, kalbi değil geçmişi tepki verir.
Sevgi bir tehdit gibi gelir, çünkü bilinçaltı fısıldar: "Sevgi gelir, sonra gider."
Modern psikoloji bunu "şematik algı bozulması" olarak tanımlar.
Kişi, geçmiş ilişkilerinin tortusunu bugüne taşır.
Yeni birinin sevgisini duyduğunda, zihni o sevgiyi değil, eski reddedilmelerin yankısını duyar.
Beyin eski acılara göre alarm verir ve duygusal riski azaltmak için "şüphe" üretir.
Ve işte o anda sevgi, kalbe girmeden zihinde sorgulanır.
Zihin sevgiyi analiz ederken, kalp onu kaybeder.
Sokrates der ki: "Kendini tanımayan, başkasının gözünde yaşamaya mahkûmdur."
Değersizlik, tam da bu mahkumiyettir.
İnsan, kendi öz değerini unuttuğunda başkalarının onayına tutsak olur.
Oysa sevgi, onayın değil, tanıklığın adıdır.
Birinin "seni seviyorum" demesi, "Senin varlığın benim için görünür" demektir.
Ama değersizlik yarası olan biri, görünür olmayı tehdit gibi algılar.
Çünkü görünür olmak, kırılmayı da mümkün kılar.
Bu yüzden sevgiye değil, görülmeye tahammül edemez.
Nietzsche şöyle der: "İnsan, kendi gölgesinden korktuğu için ışığa küser."
Belki de değersizlik, insanın kendi ışığına küsmüş hâlidir.
DÖRT YANILSAMA
Değersizlik yarası, sevgiyi dört yanılsama perdesinden geçirir.
Ve bu perdeler, en saf sevgiyi bile bulanık gösterir.
Sevgi gelir, ama kalbe ulaşamaz. Çünkü zihin, sevginin anlamını değil; tehdidini görür.
1. Benden bir çıkarı var.
Bu yanılsama, geçmişte sevginin koşullu verildiği topraklarda yeşerir.
Kişi, sevgiyi bir "karşılık ekonomisi" içinde öğrenmiştir:
- "İtaat edersem severler."
- "Başarılı olursam değerliyim."
- "Onların istediği gibi olursam ait olurum."
Oysa sahici sevgi, çıkarın tam yokluğunda kendini belli eder.
Ama değersizlik duygusu buna inanmaz; çıkarı olmayan sevgiyi tanımaz.
Ve biri onu sevdiğinde, hemen bir neden arar — çünkü karşılıksız sevilmeye hazır değildir.
2. Bana acıdığı için seviyor.
Bu yanılsama, kendi varlığını eksik ve yetersiz gören zihnin yankısıdır.
Şefkatle merhamet birbirine karışmıştır burada.
Merhamet, yukarıdan bakar; şefkat, yanına iner.
Ama değersizlikle yoğrulmuş biri, şefkati de acıma gibi algılar; çünkü içsel sesi şöyledir: "Ben güçsüzüm, bana sadece acınır."
Oysa sahici şefkat, acımanın değil, görmenin dilidir.
Görülmeyi bilmeyen biri, görülürken bile utanır.
3. Saf biri, eksik biri, yeterince akıllı olmayan biri onun için beni seviyor.
Bu düşünce, sevginin karşısına gizli bir küçümsemeyi koyar.
Kişi, kendi değersizliğine öyle inanmıştır ki, onu sevenin de "ayıklanmamış", "tam görememiş" biri olduğunu varsayar.
Sevgiye değil, sevgi duyanın aklına güvensizlik duyar.
"Eğer gerçekten beni tanısaydı, sevmezdi," der içinden.
Ve böylece sevgiyi değil, inkârı büyütür.
4. Onun da benim gibi değersizlik yarası var.
Bu dördüncü perde, en sinsi olanıdır.
Burada kişi, sevgiyle buluşma ihtimalini bile yaralıların dayanışmasına indirger.
"Beni seviyor, çünkü o da kırık," der.
Oysa iki yaralı birbirini tamir etmeye değil, birlikte görünmeye gelir.
Ama değersizlik zihni bunu da küçültür: "İki değersiz birbirini sevebilir mi?"
Oysa iki yaralı kalp, birbirine şefkatle dokunabildiğinde, sevgi tam da orada filizlenir.
Çünkü sevgi, kusursuzlukta değil; kırıklığın ortak kabulündedir.
Carl Rogers der ki: "İnsanın en derin arzusu, koşulsuz kabul görmektir."
Ama kişi kendini koşulsuz kabul etmeden, kimseyi koşulsuz duyamaz.
Buda'da aynı yeri işaret eder: "Senin görevin sevgiyi aramak değil; içindeki sevgiye karşı inşa ettiğin duvarları bulmaktır."
Değersizlik, işte o duvarlardan biridir.
Ve o duvar, ne kadar kalın olursa olsun, sevginin sesi ince bir sızıntıdan içeri girer.
Çünkü kalp, en sessiz hâlinde bile duyulmak ister.
DEĞERSİZLİK YARASINI İYİLEŞTİRMENİN YOLU
"Hoşça bak zâtına, zübde-i âlemsin sen…" der Şeyh Gâlip. Çünkü insan, varlığın gözbebeğidir; bir zerre gibi görünse de içinde kâinatı taşır. Ne yazık ki değersizlik duygusu, bu hakikati unutturur; insan, kendini küçük görürken aslında içinde taşıdığı sonsuzluğu inkâr eder. Oysa kendine hoşça bakmak, kibir değil; emanete vefadır. Çünkü her insan, bir parçası olduğu evrenin güzelliğini yansıtır. Bazen kırık, bazen eksik, ama her hâliyle kıymetlidir.
Değersizlik duygusuyla başa çıkmak, kendini "değerli hissetmeye ikna etmekle değil, değersizlik hissiyle savaşmadan yanında oturabilmeyi öğrenmekle başlar. Çünkü o his, senden nefret eden bir düşman değil; görülmek, duyulmak, şefkatle sarılmak isteyen yaralı bir parçandır. Onu bastırdıkça büyür, bastıkça derine kök salar. Ama bir gün cesaret edip "tamam, buradasın" dediğinde, o yara küçülmeye başlar.
Gerçek iyileşme, kendine "değerliyim" demekle değil, "değersiz hissettiğim anlarda bile kendime sırtımı dönmeyeceğim" diyebilmekle gelir.
Değersizlik yarasının kör kuyusu, varlığın kendi karanlığında yankılandığı, hiçbir ışığın erişemediği bir boşluktur. Orada düşenin tek silahı, kendi gölgesiyle sessiz bir anlaşma yapabilme cesaretidir.









