Haberler

Büyük Bir Şey Yapmak Peşindeyseniz İTÜ'ye Gelin

Güncelleme:

Prof. Dr. Celal Şengör ve Prof. Dr. Yücel Yılmaz'ın 1981'de yayımladığı makale Tectonophysics dergisinin tarihinde en çok atıf alan makale oldu.

Prof. Dr. Celal Şengör ile özel bir röportaj gerçekleştirildi.

Bilim insanı olmaya ne zaman ve nasıl karar verdiniz?

Bilimle, özellikle de jeoloji ve fizikle daha ilkokulda ilgiliydim, ama bunlardan bir meslek olabileceğinin farkında değildim. Bana ilk defa Ortaokul Tabiat Bilgisi öğretmenim Bayan Nuriye Güneyi (Nuriye Hanım'ın kendisi de kelebekler üzerine yayınlar yapan kıymetli bir zoologdu) jeolog olmamı tavsiye etti (jeolojiye merakım o zaman her şeyden fazlaydı). Sonra Robert Kolej'de coğrafya öğretmeni olan Deniz Albay Tarık İnözü aynı tavsiyeyi tekrarladı. Ben de o zaman kesin kararımı vererek jeolog olmak üzere hazırlıklara başladım.

Günümüzde meslek ve üniversite tercihi aşamasında olan gençler aile ve çevresel faktörler nedeniyle tercih yapmakta zorlanıyor. Sizin bilim insanı olma sürecinde etrafınızda etkilendiğiniz, hayatınıza yön veren rol model birileri var mıydı?

Benim ilk baştaki rol modelim Jules Verne'nin Arzın Merkezine Seyahat adlı romanındaki jeolog Prof. Otto Lidenbrock'tu. Çok dil bilen, muazzam bir genel kültür sahibi, mesleğine fanatik bir tutkuyla bağlı bir adam. Lise sona doğru buna bir de Avusturyalı büyük jeolog Eduard Suess (1831-1914) katıldı. Eduard Suess'ü de bilhassa merhum jeoloji ordinaryüs profesörü Hamit Nafiz Pamir'in Dinamik Jeoloji adlı ders kitabından öğrendiydim. Sonra, dedemin ahbabı olan Hamit Bey bana Suess'ün meşhur kitabı Das Antlitz der Erde'nin (Arzın Çehresi) kendi kitaplığında bulunan ilk iki cildini ödünç verdi. O kitabı çok az şey anlamama rağmen satır satır okudum.

Neden başka bir bilim dalı değil de jeoloji?

Beni ilk tavlayan Jules Verne olmuştur. Bilhassa iki eseri, Arzın Merkezine Seyahat ve Denizler Altında 20.000 Fersah benim çocuk muhayyilemin üzerinde silinmez izler bıraktılar. Tabii bu arada rahmetli annemin bana aldığı fen bilimleri ile ilgili kitapları da unutmamak lazım. Bunlardan ilkinin üzerinde pek muhteşem bir Apatosaurus (eski adıyla Brontosaurus) resmi vardı. Dinozorların kaybolmuş dünyalarını keşfetmek bende önüne geçilemez bir arzu yaratmıştı. Ortaokulda Nuriye Hanım da bu merakımı çok körüklemiştir. Işık Lisesi Ortaokulunda okurken okulun muhteşem kütüphanesinde Ferid Namık Hansoy'un çevirdiği tamama yakın bir Jules Verne koleksiyonu vardı. Onların hemen hepsini okudum. Onlar bende dünyayı keşif arzusunu kamçıladılar. O eşsiz romanlarda anlatılan yerleri gidip görmek, bahsedilen bilimsel problemlerle uğraşarak onları çözmek arzum gelişti.

Sonra, jeoloji çok kapsamlı bir bilimdir: Jeoloji yapabilmek için fizik, kimya, biyoloji, prehistorya vs. bilmek gerekir. Benim bilim anlayışım laboratuvarda çalışan değil, arazide çalışan, dünyayı gezen bir bilim adamı merkezi üzerine kurulmuştu. Bir de bir mütehassıs değil, bir genelci olmak, herşeyi bilmek istiyordum. Sonucu karşınızda duran Celal olmuştur.

Lisans ve Yüksek lisans eğitiminizi ABD'de tamamladınız. Sonrasında neden Türkiye'ye döndünüz ve neden İTÜ'de çalışmaya karar verdiniz?

Ben daha Amerika'ya giderken kesin olarak Türkiye'ye dönmek niyetiyle gitmiştim zaten. Buradaki ailemi ve imkanlarımı bırakıp oralarda yaşamayı asla aklımdan geçirmedim. Lise yıllarımda büyük bir şans eseri Türk yerbilimlerinin iki deviyle, İhsan Ketin ve Sırrı Erinç'le tanıştım. Sırrı Bey coğrafyacıydı ve enstitüsü İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesindeydi. İhsan Bey ise jeoloji profesörü olarak İTÜ'deydi ve Maden Fakültesindeydi. Daha ilk tanıştığımız 10 Mayıs 1973 günü, oturup sohbet ettikten sonra, tahsilimi bitirdikten sonra beni kendi kürsüsüne alacağını söyledi. Sırrı Bey de bana İhsan Bey'in yanına gelmemi tavsiye etmişti. O zaman bir de İTÜ'de Erdoğan Şuhubi ve Doğan Kuban gibi şöhretli hocaları da tanımak şansını yakalamıştım. Hepsi koro halinde İTÜ'ye gel dediler. E zaten böyle bilim abidelerini gördükten sonra başka yere gidilir mi? Ben de öyle yaptım: İhsan Bey bana 1973'te verdiği sözü tuttu, 1981'de beni yayına asistan aldı. İyi ki de almış!

Bu kararla ilgili pişmanlık duyduğunuz zamanlar oldu mu?

Asla! Bir kere Türkiye'de olmak ailemin imkanlarından çok kolaylıkla yararlanmamı sağladı. Sonra başka bir ülkeyi ne kadar iyi tanırsanız tanıyın, oralara 17-18 yaşlarında gitmişseniz, ömür boyu yabancı olarak hissedersiniz kendinizi. Bu hoş bir his değil. Ben, İngilizce veya Almanca veya Fransızca konuştuğum zaman kimse beni yabancı olarak algılamıyor oralarda; ama bir kahvaltı ederken, evimi temizletirken, bir yürüyüşte, ... ben yabancı olduğumu hissediyorum. Hele Amerika bana çok ters geldiydi: Fazla eşitlikçi bir toplum. Herkes aynı haklara sahip olması gerektiğini zannediyor. Bir sekreter en küçük kişisel bir işiyle uğraşmasını rica ettiğinde (ki bu bir sekreterin iş tanımında olmalıdır, zira görevi, sekreteri olduğu kişinin yükünü hafifletmektir) bir profesöre kafa tutuyor. Ben bunu Caltech'de gördüm ve hayretler içinde kaldıydım. Prof. Kerry Sieh sekreterinden kızı için bir uçak rezervasyonu yapmasını rica ettiğinde sekreter adamcağızı gözümün önünde, "o benim işim değil" diye terslediydi. Benim bu tür davranışlara alışmam zor. İnsanın temel haysiyetine dokunmamak şartıyla, herkes toplumdaki yerini bilmelidir; aksi takdirde her işin kağıt üzerinde tanımlanma zorunluluğu olan bir robotlar toplumu oluruz. Bu bakımdan mesela İngiltere bana çok daha sempatik göründüydü. Orada ilişkiler çok daha sıcak ve yakın. Sekreterinize takılınca mahkemelik olmuyorsunuz.

İTÜ'de olmak ise bana büyük bir özgürlük ve çok kaliteli, fedakar, çalışma arkadaşları sağladı. Dünyanın hiçbir üniversitesinde ben İTÜ'deki kadar başarılı olamazdım. Bunu bütün samimiyetimle ifade etmek isterim. İTÜ'de her gelen yönetim benim bir dediğimi iki etmemiştir. Hepsine çok derin şükran borçluyum. Bu üniversite didişen insanların üniversitesi değil. O özelliği ile hemen hemen tüm diğer Türk üniversitelerinden ayrılıyor. Burada başarı kıskanılmıyor, bil'akis taltif ediliyor. İşte siz benimle bu mülakatı niçin yapıyorsunuz? İTÜ Rektörü, benim çok sevdiğim ve saydığım bir arkadaşım olan Prof. Mehmet Karaca haberini aldığı küçük bir başarımı derhal dünya aleme ilan etmek istediği için. Bunun kıymetini bilmek lazım. Dostlar, arkadaşlar arasında olmadan bir kurumda çalışmak zor ve zahmetlidir. İTÜ bana hep dostlar arasında çalışma imkanı verdi. Bunu sürdürmek çok, ama çok önemlidir. Hem İhsan Bey, hem çok sevip saydığım bir büyüğüm olan Prof. Erdoğan Yüzer durup durup bunun altını çizerlerdi.

Öğrencilerimle ilişkimi de hep arkadaşlık düzeyinde tutmaya özen gösterdim. Ne yazık ki şöhretim buna çok önemli bir engel oluyor. Çocuklar beni tanımadan, beni tanımamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Ama tanıştıktan sonra yakın ahbap oluyoruz. Ama tabii bu ahbabımı çaktırmam demek değildir.

Dünyanın en saygın bilim adamları arasında gösteriliyorsunuz neden?

İnşallah öyleyimdir. Herhalde yaptığım yayınların dünyada pek çok bilim insanının ilgisini çeken problemlerin halline yaraması beni şöhretli kıldı. Ben asla Türkiye merkezli bilim yapmadım. Bilimin cephesindeki sorunlar neredeyse oraya gittim. Bu çok önemlidir. Bilim uluslararasıdır; hele hele jeoloji tamamen öyledir. Ben Türkiye'de bir sorunla ilgilendiğim gibi, Orta Asya'da veya Patangoya'daki sorunlarla da aynı yakınlıkta ilgilenirim. Bunun benden sonra da devam etmesi için bilhassa Mustafa İnan Kütüphanesinin uluslararası dergi ve kitap kolleksiyonlarının arttırılmasına çalışılıyor (internet yeter sanılıyordu ki bu hele jeolojide büyük bir yanılgıdır). Rektörümüz bu konuda hiçbir engel tanımayacağını söyledi ve şimdiye kadar da sözünü tuttu.

Tectonophyiscs dergisinde bir makaleniz en çok atıf alan makale oldu. Bu makalenin önemi nedir?

Tectonophysics'te 1981'de yayımlanan makaleyi gene İTÜ profesörü olan Yücel Yılmaz ile birlikte yazmıştık. Bu makalenin iki özelliği bu kadar yaygın atıf almasına sebep olmuştur:

1) Türkiye'nin jeolojisine tamamen yeni bir bakış açısı getirerek pek çok problemi vaz etmiştir. Bu makaleden sonra Türkiye'de adeta bir araştırma patlaması oldu ve herkes birdenbire üzerinde çalışabileceği ve bunu uluslararası bilim dünyasına duyurabileceği çok önemli sorunlar olduğunu öğrendi. Düşünün ki bizden önceki önemli sentez denemesi levha tektoniği kuramı ortaya çıktıktan sadece bir yıl sonra yayımlanmış olan İhsan Ketin'in 1966 tarihli bir makalesidir. İhsan Bey'in makalesi doğal olarak bu yeni teorinin tüm imkanlarından yararlanamadı. Biz ise İhsan Bey'in kurduğu temeli levha tektoniği açısından ele alarak 1966-1980 yılları arasında yapılan araştırmalar ışığında yeni bir sentez yaptık.

2) Yücel Yılmaz'ın sık sık vurguladığı gibi, bizim makalemiz ilk defa Türkiye'yi çevresinin jeolojisi ile bir devamlılık içerisinde ele almıştı. Bu hem çevredekilerin dikkatini çekti hem de tüm Akdeniz ve Orta Doğu jeolojisini etkiledi. Bir de, Türkiye kadar karmaşık bir dağ yapısı olan bir kara parçası nasıl incelenir, bunun yöntemlerini de sanırım epey geliştirdik. Tüm bunlar sonucunda makale ne benim ne de Yücel'in tahayyül edebileceği atıf sayılarına ulaştı.

Türkiye'nin bilim ve teknoloji alanındaki durumunu nasıl değerlendirirsiniz? Uluslararası arenada iyi bir konumda mı? Değilse daha iyi olması için neler yapılabilir?

Daha iyi olması için öncelikle toplumun bilime ihtiyacı olduğunu fark etmesi gerekir. Eninde sonunda toplum desteği olmazsa bilim yapılamaz. Ben zengin bir ailenin çocuğu olmasaydım, herhalde bu düzeyde bilim yapamazdım. Dolayısıyla fakir çocukların zengin ailesi rolünü devlet üstlenmek mecburiyetindedir. Unutmayın ki İhsan Ketin, okuduğu Kayseri lisesinin hademesi olan Ali Efendi'nin oğludur. Atatürk'ün bilim politikası olmasaydı, bir İhsan Ketin olamazdı. Benzer bir bilim politikasına bugün ihtiyaç var. Ama bu politika popülist olamaz (o zaman da değildi; en zorlu imtihanları geçenler bilim adamı olabiliyordu). Son derece seçkinci olmak zorundadır. Bilim yapmayanın üniversitede yeri yoktur. Bu yarışta ne eşitlik ne de demokrasi gözetilebilir. Bilim yalnızca en iyilerin yarıştığı bir kulvardır. En iyinin nasıl en iyi olduğuna da bakmaz bilim. En iyi olan, nasıl olmuşsa olsun, o kulvarda yer bulur.

Kaliteli bilim için sadece aklı başında hükümetler ve üniversiteler de yetmez: Sanayi ve ticaret dünyamız bilime ihtiyacı olduğunu bilecek, sadece orijinal fikirlerin, yeni icatların kendisini uluslararası rekabette yaşatabileceğini anlayacaktır. Ben cebimi doldururum gerisine karışmam zihniyeti sadece vatan hainliği değil, insanlık düşmanlığıdır. Buna göz yumulamaz. Kaldı ki iyi bilim yapan ülkeler aynı zamanda dünyanın en zengin ülkeleridir de. Bu herhalde tesadüf değildir.

Şu anki akademisyenleri ve akademik hayatı, bilim hayatına adım attığınız döneme kıyasla nasıl değerlendirirsiniz?

Bu zor bir soru. Sebebi de, ben Türkiye'ye geri geldiğimde küçük bir bilim insanları grubunun içinde çok daha küçücük ama muhteşem kaliteli bireylerin bulunmuş olmasıdır. Bugün ise, ülkeyi yönetenlerin, medyanın ve halkın bilim insanları sandığı dev bir güruh var ki ezici ekseriyeti beş para etmez; bilim insanlığı ile bunların uzaktan yakından ilgileri yok. Bırakın bir üniversiteyi, bir lisede hocalık edemezler. Bir araştırma kurumunda ancak hizmetli görevi görebilirler. Ama bu dev güruhun içinde benim geri geldiğim zamankinden çok daha fazla bireyden oluşan ve İhsan Ketin, Sırrı Erinç gibi bir-iki istisna dışında, o zamankinden daha kaliteli bağıl olarak küçücük bir grup var. Yani kaliteliler sayılarını mutlak olarak arttırdılar ama, bağıl olarak daha da azaldılar. Mutlak sayının artmış olmasının en önemli nedeni Türkiye'nin refah düzeyinin çok yükselmiş olması, dünyaya açılımımızda Özal'dan bu yana çok önemli sıçramalar yapmış olmamız, bilgisayar ve internet. Ancak mevcut kalitesiz grup o kadar büyük ki ve bunlar kalitesiz ülke yöneticileri tarafından o kadar çok tercih ediliyorlar ki, kaliteliler boğulmak tehlikesiyle karşı karşıyalar. Türkiye'yi yönetenlerin kalitesi son yirmi yılda tam baş aşağı gelmiştir. Bu en önemli sorunumuzdur.

Bir bilim insanı olarak Türkiye'de popülariteniz oldukça yüksek, bu ülkemiz açısından çok alışılagelmiş bir durum değil. Siz bunu neye bağlıyorsunuz?

Herhalde çok konuşmama. Öncelikle Kemal Gürüz hem TÜBİTAK başkanıyken hem de YÖK başkanıyken beni Türk bilim camiasına tanıtmaya bilhassa çaba gösterdi. İkincisi, Orhan Bursalı bana Cumhuriyet Bilim Teknik'te bir köşe vererek her hafta yazı yazmamı istedi. Sanırım halk ile ilk yakın temasım orada oldu. Bir de hani neredeyse her iki senede bir ses getiren bir uluslararası ödül almak işe yarıyor. Ama beni halka gerçekten tanıtan 1999 depremleri olmuştur. O zaman televizyoncular beni pek sevdiler. Televizyona bir kere çıkmayagörün. Şöhret garantidir. Açık söyleyeyim: Bu şöhretten hiç de şikayetçi değilim. Kendi halkımla yakın temas kurmamda çok faydalı olmuştur o şöhret bana. Bu surette bazı şeyleri doğrudan halkın önünde telaffuz imkanım oldu.

Yeni İTÜ öğrencilerine ne tavsiyelerde bulunursunuz?

Tek bir tavsiye: Sadece ve sadece sevdiğiniz, çok yapmak istediğiniz bir şeyi yapın. Sakın ha meslek peşinde olmayın. İnsan, sadece çok sevdiği bir şeyi çok iyi yapar. Bir şeyi çok iyi yapan herkese de bu dünyada iyi ekmek vardır. Bilin ki dünya Türkiye demek değildir. Marifetlerinizi satabileceğiniz dev bir pazardır dünya, orada sizin yapmayı çok istediğiniz bir şeye bol para verecek çok insan var. Onun için üniversitede hocalarınızı çok da dinlemeyin. Unutmayın ki üniversitede öğrenmek öğrencinin sorumluluğudur; öğretmek hocanın değil (bu söylediğimi Oxford Üniversitesi bastırıp her yeni gelen öğrencinin eline tutuşturuyor). Bu sorumluluğunuzu bilin. Zaten sadece sevdiğiniz bir şeyi yaparsanız, kimse öğrenmenizi engelleyemez. En fena hoca bile. Bilhassa öğrenciler birbirlerinden öğrenmeye özen göstermelidirler. Sıradan meslek istiyorsanız gidin ODTÜ'ye, Bilkent'e, Hacettepe'ye vs. vs. Kendinizi çok da derin olmayan bir şekilde sadece satmanın sanatını öğrenmek isterseniz mesela Boğaziçi genelde tavsiye edilir. Ama büyük bir şey yapmak peşindeyseniz İTÜ'ye gelin. İTÜ o kadar eski ve ataleti güçlü bir kurum ki onu kimse yerinden kaldıramıyor. Böyle bir kurumda emniyette olursunuz. Sonra İTÜ'nün benim gibi hiçbir sıradan kalıba oturmayan hocaları var. Onlarla arkadaş olabilirsiniz, çünkü İTÜ bu tipleri zaten başıboş bırakıyor. Ama bu aslında gerçek bir üniversitenin yapması gerekendir. İTÜ az sayıda çok kaliteli adam üretir (bu bakımdan garip bir şekilde Cambridge ve Oxford'a benzer; Amerikan üniversitelerine benzemez). O az sayının içine girmeğe bakın. Gerisi de plaja koşarken kuşlar tarafından yenen kaplumbağa yavruları gibi. Doğal seçme onları eler. Elekten düşmemeğe bakın. Tekrar ediyorum: Bu sadece sizin sorumluluğunuzdur. Hanginizin elekten düşeceği İTÜ'yü ilgilendirmez. İTÜ'nün ilgisi düşmemeyi becerenleredir.

Kaynak: Bültenler / Güncel

Amerika Birleşik Devletleri Yücel Yılmaz Celal Şengör Türkiye Güncel Haberler

500
Yazılan yorumlar hiçbir şekilde Haberler.com’un görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır. Yorumlar, yazan kişiyi bağlayıcı niteliktedir.
title