Haberler

Bursa'nın Manevi Işığı

Tasavvuf Büyüklerinin Hayatlarını Kitaplaştıran Araştırmacı Mustafa Özdamar Haremeyn Halâvetini Bursa'ya Taşıyan Seyyid Emir Sultan Hazretlerini Anlattı.

İslam zerafetini yaşayarak halederek öğreten tasavvuf büyüklerinin hayatlarını kitaplaştıran araştırmacı Mustafa Özdamar ile Haremeyn halâvetini Bursa'ya taşıyan Seyyid Emir Sultan hazretlerini konuştuk.

Emir Sultan hazretleri adıyla bir kitabında sahibi olan Özdamar sorumuzu Bursalı Lâmiî Çelebi'nin "Seyyid Buhârî Emir Sultan'ın ravzası, o diyârı Kâbe gibi kutsal hâle getirmiştir" sözüyle cevaplandırıyor. Özdamar'a göre; Onun nûru arş'a kandil, ferş'e mendil olmuş, gökte meleklerin, yeryüzünde insanların yüzünü ağartmıştır. Onun sönmeyen nûru kadrinin kıymetinin berâtı, çeşmesinden akan su Hızır Aleyhisselâm'ın abuhayatıdır. Türbesinin taak ve revakı siyâdet nişânı, kabrinin örtüsü saadet nûrudur. Dışı hikmet sırlarının aynası, içi rahmet nurlarının hazinesidir." Bu kitabı neden yazdığını sorduğumuz Özdamar; bu paha biçilmez hazineden bir koklam buhur sunmak için şeklinde cevaplandırıyor.

-Yazdığınız pek çok mana büyüğünün içinde Emir Sultan hazretleri de var. Hazret nerede şeref buyurdu dünyamıza?

Emir Sultan 1368'lerde Buhara'da dünyaya geldi. Geçimini çömlekçilikle kazanan bir ailenin çocuğudur.

-Seyyidlik silsilesi hakkında bilgi var mı?

Elbette. Kitapta vermeye çalıştım. Hazreti Ali, Hazreti Hüseyin, Zeynelâbidin, Muhammed Bâkır, Câfer-i Sâdık, Mûsa Kâzım, Ali Rıza, Muhammed Takî, Ali Nakî, Hasan Askerî, Seyyid Muhammed, Seyyid Emir Külâl'in oğludur.

-Bu ismi sanırım az biliniyor. Emir Külal olarak bahsediyorsunuz?

Evet. Emir Külâl'in asıl adı Ali'dir. Seyyid olduğu için Emir, çömlekçilik yaptığı için Külâl diye anılmıştır. Şah-ı Nakşıbend'in şeyhi Emir Külâl ile Emir Sultan'ın babası ve şeyhi Emir Külâl aynı soy ağacının dalları ve aynı mesleğin adamlarıdır. Aynı coğrafyada, aynı yüzyılda yaşamışlardır.

-Emir Sultan hazretlerinin manevi çerçevesi konusunda neler söyleyebilirsiniz?

Hazreti Peygamberin hem yoldan hem de belden evlâdı olan Emir Külâl, şeriat dediğimiz kavl-i Muhammedi, tarikat olarak tanımladığımız fiil-i Muhammedi, marifet olan hâl-i Muhammedi ve hakikat olan sırr-ı Muhammedi çizgisinde temkin tavrına sâhib kavî bir velidir. Oğlunun da aynı yol ve yöntem içerisinde ilerleyip yükselmesi için ona çok sağlam bir ilim ve irfan zemini hazırladı.

-Emir Sultan'ın ilk çocukluk devresiyle başlayarak elimizde olan ne  gibi bilgiler var?

Asıl adı Mehmed Şemseddin olan Emir Sultan, çocukluk yaşlarında anadan öksüz kaldı. Emir Külâl, sevimli yavrusunun ana şefkati eksikliğinde ezilip büzülmemesi için elinden geleni yaptı. Evlenmedi. Babalık muhabbetine analık şefkati de katarak onun her yönden gelişimi için çalıştı, çabaladı.

Emir Külâl'ın hedefi, Şemseddin'i mümkün olan en kısa süre içerisinde kendine yeter hâle getirebilmekti. Bu hedefe yaklaştığı demlerde bir gün yaşadığı bir hali anlatayım isterseniz. Çömlekhâneye bir adam geldi. Selâm verdi, boyun büktü.

- Selâmün aleyküm erenler!

- Ve aleyküm selââm! Hoş geldin, beri buyur! Cenâb-ı Hakkın Selâm ism-i şerifi selâmet kapısıdır! Sultân'ül Enbiyâ Efendimiz, "Selâmı yayınız!" buyurmuştur. Selâmı yaymak selâmı yaşamakla olur! Üzgün görünüyorsun, boynunu büken ne?

- Bir bahçam vardı etmek bohçam! Her şeyimiz oraya bağlıydı!. Görünmez bir afat geldi, her şey sararıp solmaya başladı!.. çoluk çocuk çar naçar uğuntuya düştük erenler!..

- Düşmez kalkmaz bir Allah! Kul düşer kalkar! Yüce Allah'ın işine akıl sır ermez. O her şeyi bir hikmetle yapar çatar. Rızık ezelden maksumdur; gelir gider, yine gelir gam yeme! "Allah kuluna kâfidir." Veren Allah alan Allah! Alan Allah yine verir üzülme! Dirilten de O'dur, öldüren de O'dur. "Ölüden diriyi çıkarır!" "Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? Bütün bu işleri kim idâre ediyor?" "Yeryüzünü ölümünden sonra O canlandırır!" Yarın ola hayr ola! Hay de git, gönlünü kavi tut!

-Ayetlerle sunulan bir sır olsa gerek?

Evet. Çanak çömlek tezgâhlarında toprağa türlü türlü şekiller veren Emir Külâl, konuyu fazla uzatmadan söz yumağını böyle üst üste âyetlerle sarıp sarmalayınca ne oldu? Çocukluk sâfiyetini ergenlik dönemine velâyet olarak taşıyan Emir Sultan'ın gönlünde bir himmet buhuru tütmeye başladı. Emir Sultan'ın ilk rüşdünün cemresi olan bu himmet buhuru öylesine yoğunlaştı ki muhteşem bir hal oldu.

-Nedir o hal? Bu zevki biraz daha açarak anlatabilir misiniz?

Elbette. O gece gizlice o adamın bahçesine gitti. Bahçeyi şöyle bir dolaşarak selâm dairesi içine aldıktan sonra arş-ı Rahmân olan gönlünün tenhalarında naza ve niyaza çekildi! İçinin içinde babası ve şeyhi Emir Külâl'in Hay de git, gönlünü kavi tut! sözü diriltici bir gönül buhûru hâlinde tütüp duruyordu: Hay de git, gönlünü kavi tut!

-Enteresan! Dirilik çağrısı adeta değil mi?

Büyüklerin hayatları birer sır yumağı gibidir. Bu bir vefk ilmeğiydi. Hay de!. Hay! Diri, canlı, ölümsüz! Diriliğin canlılığın kaynağı!. Hakkın halka açılan ana kapılarından biri Hay! Hay hay hay, yâ hay!. Hakkın hükmü karşısında hay hay de, teslim ol! Gönlünü kavi tut, Hakka itimadını yitirme!

-Hay diyerek aynı zamanda kavi olmaya bir yönlendirme söz konusu sanırım burada değil mi?

Kavi de yüce Allah'ın ism-i şerifidir. Kavi halka açılan bir kapıydı. Bu kısa ve özlü öğütte bir isim daha geçmişti: Selâm! Diğer esmâlardan gelen ağır tecellilere muhafızlık eden Selâm! Selâm selâm yâ Selâm! Allahumme ente's selâm ve minke's selâm!.. Tebârakte yâ ze'l celâli ve'l ikrâm!. Ne demektir derseniz biraz daha açmaya çalışalım. Allahım, Selâm sensin, selâm senden! Ey celâl ve ikrâm sâhibi sen çooook yücesin!. Ey hikmetinden süâl olunmayan Hakim Allah! İhsan ve ikramını bazen cemâlinle, bazen da celâlinle gönderirsin!

Celâlini cemâlinde, cemâlini celâlinde gizler cilve edersin! Senin cilveni herkes anlayamaz Allahım! Senin celâlinde de ikramın var Allahım! Bu kavi ikramı her kul kaldıramaz yâ Celil Allah! Celâlini kaldıramayan kullarına cemâlinle ikrâm eyle yâ Cemil Allah!

-Bu coşkun niyaz hali neler kazandırıyor Emir Sultan hazretlerine?

Çocukluk sâfiyetini ergenlik çağına velâyet olarak taşıma kaviliğine ulaştıran Emir Sultan'ın bu naz ve niyâzı yüce Allah'ın izin ve keremiyle zahmeti rahmete, âfeti saâdete dönüştürdü. Solan bahçe dirildi, üzgün adam sevindi. Bu iklimin birleri ve pirleri derler ki, kavî gönüllü bir veli yufka yürekli bir deliyi gönlüne alırsa, o delinin deliliği veliliğe dönüşür! Bu iklimin erleri ve erenleri yine derler ki, bir veli bir dertliyi gönlünde sarar sarmalarsa, o dertlinin dertleri dermana dönüşür! Biliyorsunuz kudretine ön, azametine son olmayan yüce Allah'ın işine gücüne akıl sır ermez. O bir şeye ol derse olur, öl derse ölür!.

- Emir Sultan hazretlerinin mana dünyasında himmetin yeri nedir?

Herkesin bir murâdı var âlemde; murâdı izâh etmeye gerek yok, ama murâda ermek için lâzım olan himmetin izâhı gerekir. Haklısınız!  Niyet ve gayreti aynı yönde yoğunlaştırmaya himmet deniyor.Himmetin yüceliği ve yüksekliği, kişinin kendi hakikatiyle birleşip bütünleşerek, olmasını istediği konuda hedefe kilitlenmesidir. Ubeydullah Ahrar Hazretleri bunu şöyle izah eder: Himmet, herhangi bir işte irâdeyi toplamaktan ibârettir. Hatta demişler ki, bir kâfir bile irâdesini bir nokta üzerinde yoğunlaştırıp himmet sarf edecek olursa muvaffak olur! İman ve iyi iş bu mevzuda hususi bir âmil teşkil etmez! Saf kalblerin tesiri gibi, kötü nefslerin de tesiri vardır!

-Peki bu kadar önemli olan himmetin bir gücü var mı ya da nedir gücü?

Vardır elbette. Erlerin himmeti dağları devirir derler, bu meşhur bir sözdür. Olmaz gibi gözüken zor işler, erlerin himmetiyle kolaylaşır ve olur! Erler, halklıktan geçip Hakka erenler. Her şeyi Hak'da görüp Hak'la edenler. "Attığın zaman sen atmadın!" sırrını yaşayan velilerdir bunlar... Emir Sultan Hazretlerinin himmetini hedefine ulaştıran uygunluk, o demdeki Allah deyişin Allah'ın murâdına uygun düşmesiyle ilgilidir.

-Emir Sultan Hazretleri babasını sanırım erken yaşlarda kaybediyor değil mi?

Delikanlı çağlarıydı. 1375'lerde Emir Külâl Hakka yürüdüğü zaman, Emir Sultan 17-18 yaşlarında bir delikanlıydı. Daha doğrusu şöyle diyelim.17-18 yaşlarında bir velîkanlıydı. Ve o tarihlerde o iklimde, 1370'lerde Semerkand'da tahta oturan Timur kasırgası esiyordu.

-Sıkıntılı ve çalkantılı bir dönem yani!

Evet. Bu celâl kasırgasının içinde de pek çok ulemâ ve evliyâ vardı ama, kader onu Haremeyn'e yöneltti. Ve uzun bir yolculuktan sonra önce Mekke'ye vardı. Varlıktan, varlık evhâmından zâten çoktan soyunmuştu. İhrama büründü ziyâret tavafı yaptı. Günü geldi Arafat'da vakfeye durdu. Minâ'da şeytan taşladı. Kara donlu Beytullah'ın etrafında hac tavâfını yaparken neler hissettiğini Hak bilir. Safâ ile Merve arasında sa'y ederken kâh safâlandı, kâh hüzünlendi.

Vedâ tavafından sonra Medine'ye yöneldi. Ravza yakınlarında bir yerlere kök salarak, hayatın bu yakasını orada noktalamak arzusundaydı. Yana yakıla aradı taradı, Medine'de öyle bir yer bulamadı. Seyyidlere ayrılmış bir yurt vardı, orada kalmak istedi, fakat oraya da alınmadı.

-Burada kendini tanıtmada ya da kabul ettirmede zorluğu oldu herhalde?

Şöyle bir rivâyetten bahsedilir: Seyyidler yurdunda ikâmet edenler, Emir Sultan'ın kılığına kıyâfetine takılarak:

- Burada ancak Seyyidler ikâmet edebilirler! dediler.

Gani gönüllü Emir Sultan:

- Ben de Seyidim kardeşler! dediyse de inandıramadı.

- Nereden bilelim, nasıl emin olalım? Kılığında kıyâfetinde hiç öyle bir emâre yok! dediler.

- Ravza'ya gidelim! Efendimize salât ü selâm edelim!. Selâmıma cevap gelmezse boyun büker giderim!.. Râzı mısınız? diye sordu.

Hiç birisinin aklından böyle bir şey geçmemişti.

- Hayvah eyvah!.. diyerek eyvallah etmek zorunda kaldılar. Emir Sultan bütün itiraz yollarını tıkamıştı. İleri sürebilecekleri başka bir mazeretleri de yoktu. Hep birlikte eteklerini topladılar, Ravza'ya gittiler. Siyâdet kılığını resmi ve siyâsi bir fors gibi kullanan bu insanların her biri ayrı ayrı selâm verdikleri halde, pek tabii ki hiç birisine icâbet gelmedi.

Ne zaman ki duru gönüllü Emir Sultan:

- Sana salât, sana selâm yâ ceddi!. diyerek boyun büktü, diz kırdı.

Kabr-i Saâdet cânibinden:

- Ve aleyke ey benim nazlı oğlum! cevabı gelince, hep birlikte:

- Aman yâ Rasûlâllââââh!

- Dahilek yâ Rasûlâllââââh!.

- Meded yâ Rasûlâllââââh!

-Şefâat yâ Rasûlâllââââh! iniltileri içinde ağlaşmaya başladılar.

Zaman zaman zuhûr eden bu sahneden sonra, ertesi gün onu başlarına tâc edinmek istediler ama, bu kez de Emir Sultan kabûl etmedi.

-Anadolu'ya yönleniş bu olaydan sonra mı oldu?

Evet… Kader onu, o zamanlar diyâr-ı Rum, Rum diyârı, Rum ülkesi diye anılan Anadolu'ya yönlendiriyordu.  Siyâdet heveslilerinin kendisini tac edinme tekliflerini kabul etmedi zira, o gece Sultanu'l Enbiya ve Şâh-ı Velâyet: Oğlum sen Anadolu'ya gideceksin! Yol boyunca sana üç kandil yol gösterecek!. O kandiller nerede dinlenirse sen de orada dinleneceksin!.. Orada kök salacak, orada konup göçeceksin! Senin işin Anadolu'yu mayalamak!. Hakkın murâdı bu senden!.. buyurmuşlardı. Nübüvvet ve velâyet merkezinden gelen bu emir, Emir Kulu anında yola saldı. En ufak bir tereddüt geçirmeden, kavrulmuş hasreti vuslat kabûl ederek hemen yola koyuldu.

-Bu üç kandilden kast edilen nedir?

Medine'den Bursa'ya uzanan kıvrım büklüm yollarda ona hep üç kandil eşlik etti. Aynı hedefe akan üç yıldızı andıran bu üç kandil, onun hem kılavuzu hem de korumalarıydı. Yol haritasını bu üç kandil çiziyordu. Konaklama yerlerinde gözden kayboluyorlar, yola çıkma vakti gelince tekrar beliriyorlardı.

Yollarda ve konaklama yerlerinde kendisine katılanlar oldu. Bu katılımlar sonucunda bir kervan oluştu. Üçler, üç kandiller, Emir Sultan kafilesine öyle özel, öyle güzel, öyle gizemli bir yol haritası çiziyordu ki, her yerde bir harikayla karşılaşıyorlar, her dönemeçte bir düğüm çözüyorlardı.

-Bu tarzda mana arayış yolculukları kendi içinde çok ayrı ve güzel tecellililerle de doludur herhalde değil mi?

Çok doğru. Uzun ince yollarda geceli gündüzlü nice dağlar, dereler tepeler aştılar. Bir süre sonra bir yol kavşağına vardılar. Yol orada çatallanıyordu. Kavşağın kenarında bir bağ vardı. Bağcı da oradaydı. Yığma taştan yapılmış üstü kuru asma dalları ile örtülü basit bir bağ evinde eyleşiyordu.

Yüzünde şükür aydınlığı parlayan yaşlı Bağcıya selâm verdiler, selâm aldılar.

Emir Sultan, at sırtında:

- Selâmun aleyküm Bağcı Baba! diye selâm verdiği zaman, firâseti açık olan Bağcı Baba:

- Ve aleyküm selââââm âl-i aba!.. diye cevap verdi ve hoş beş etti: Hoş geldiniz, safâlar getirdiniz! Nereden gelir, nereye gidersiniz?

Emir Sultan:

- Şurada bir kenarda azıcık konaklasak sizi rahatsız eder miyiz? Haremeynden geliyoruz, yolumuz Rum'a!

Bağcı Baba:

- Habib-i Kibriyâ hürmetine!. Rahatsızlık ne demek erenler!. Bizi şenlendirmiş olursunuz!.

Bağcı Baba'nın gönül cenneti epey genişti. Emir Sultan ve yoldaşlarını görünce pek safâlanmıştı. Emir Sultan, atından inerek:

- Halvette misiniz? Kimse yok mu yanınızda?

Bağcı Baba:

- Atları şuraya salalım! diyerek hayvanlara özel, doğal ağıl özelliğine sâhip bir alan göstererek: Hepsi de Hak'dan gelen Hakka giden bu âlem pazarında halvet ne celvet ne!. Hem herkes burada, hem de fakir de dâhil hiç kimse yok burada!. Haremeyn'den gelip Rum'a, diyâr-ı Rum'a, Anadolu'ya giden yolcular Emir Sultan'la birlikte yedi kişilik bir kafileydi. Onlar sere serpe oturunca, Emir Sultan'la Bağcı Baba bağa girdiler, üzüm topladılar. Sonra hep birlikte sofraya oturdular. Sofrada sâdece üzüm ve ekmek vardı. Bağcı Baba ile Emir Sultan'ın iç renkleri, gönül ve ruh coğrafyaları birbirlerinin aynıydı. Her ikisinde de Kübreviyye piri Necmeddin-i Kübra tokluğu vardı.

Emir Sultan henüz velîkanlı bir velî olduğu için her yönden yaşını başını alan Bağcı Baba'dan öğreneceği şeyler vardı. Kimini gönül diliyle sordu, kimini ağızdan, lisandan. Bağcı Baba da nesi var nesi yoksa hepsini Emir Sultan'a aktardı. Kimini dilden, kimini gönülden. Sorunuza tam gelirsem o gün orada, o hoş-beş sofrasında çok şeyler oldu. Kimi sahneler görüntüye geldi, kimi sahneler görüntüye gelmedi, sır perdesinde cereyân etti.

-Yol birçok manevi olaya gebe anladığım kadarıyla. Kitabınızda bunlar sahne sahne verilmiş oradan takip ederiz biz şimdi buraları geçerek Bursa'ya intikal edebilir miyiz?

Medine'den yola çıkan, Bağdat yoluyla Anadolu'ya ulaşan Emir Sultan kafilesi, Konya, Afyon, Kütâhya, Eskişehir ve Bilecik üzerinden Bursa'ya vardığı zaman, bu sefer boyunca kendilerine yol haritası çizen Üç Kandiller, pınarbaşında üç serviler civarında gözden kayboldu.

Bunun üzerine Emir Sultan:

- Destûr yâ sâhib'ez zamân! diyerek, zamânın sâhibine aşk u niyâz ederek, yoldaşlarına şu açıklamayı yaptı: Ceddimiz Sultânü'l Enbiya Efendimizin bize işâret ve beşâreti budur! Biz burada kök salsak gerekdir!

Yerleşme bu şekilde netleşmiş oldu. Emir Sultan, 1389'larda Bursa'ya geldiği zaman 21 yaşındaydı. Aynı tarihlerde Süleyman Çelebi 25, Bursa Kadısı, sonradan Şeyhulislâm Molla Fenârî 30 veya 40 yaşlarındaydı. Ekmekci Koca veya Somuncu Baba diye tanınan Hamideddin-i Aksarayî ile onun has dervişi Hacı Bayram-ı Velî de o tarihlerde Bursa'daydı. Ve Osmanlıların taht kenti Bursa'ydı.

Hamideddin-i Aksarayî, Molla Fenârî, hacı Bayram-ı Velî ve Emir Sultan arasında kısa sürede çok kavi bir gönül dostluğu oluştu. Hem âlim hem ârif bir zât olan Molla Fenârî, Bursa'da önceleri Seyyid Buhârî diye tanınan Emir Sultan'ı saraya Hoca olarak tavsiye ettiği zaman, Osmanlı Hükümdarı Yıldırım Bayezid savaştaydı. Yıldırım'ın karısı Sultan Hatun, Molla Fenârî'nin tavsiyesine sıcak bakarak, Seyyid Buhârî Emir Sultan'ı, kızı Hundî Honad Sultan'a hoca tayin etti.

Kaynak: Demirören Haber Ajansı / Güncel

Haberler

500
Yazılan yorumlar hiçbir şekilde Haberler.com’un görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır. Yorumlar, yazan kişiyi bağlayıcı niteliktedir.
title