Haberler

Fussilet suresi (Ha Mim), Fussilet suresi Türkçe ve Arapça okunuşu, Fussilet suresi Türkçe meali (anlamı), Fussilet suresi tefsiri nedir?

Güncelleme:

Fussilet suresi Mekke döneminde inmiştir ve 54 âyettir. Fussiletin kelime anlamı ''genişçe açıklandı'' demektir. Fussilet suresi ayrıca ''Ha Mim'' suresi olarak da bilinir. Surenin okunuşunu ve anlamını merak eden müminler - Fussilet suresi Türkçe ve Arapça okunuşu, Fussilet suresi Türkçe meali (anlamı), Fussilet suresi tefsiri nedir? - gibi soruları internette araştırıyor. Peki, Fussilet suresi (Ha Mim), Fussilet suresi Türkçe ve Arapça okunuşu, Fussilet suresi Türkçe meali anlamı nedir?

Surenin başlıca konusu hakka davet ve ısrar edenlerin uyarılmasını ele alır. Kur'an'daki sıralaması 41. ayettir. İniş sırasına göre 61. suredir. Mümin suresinden sonra, Şura suresinden önce inmiştir. Kur'an'ın Allah katından indirildiğini ve büyük ölçüde iman konularını ele almıştır. Sureyi okumak ve ezberlemek isteyen müminler - Fussilet suresi Türkçe ve Arapça okunuşu, Fussilet suresi Türkçe meali (anlamı) - başlıca soruları araştırmaktadır. Bizde sizler için araştırılan sorulara cevaplar hazırladık. İşte detaylar haberimizde...

FUSSİLET SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU

1. Ha mim

2. Tenzilüm miner rahmanir rahim

3. Kitabün fussılet ayatühu kur'anen arabiyyel li kavmiy ya'lemun

4. Beşırav ve nezıra fe a'rada ekseruhüm fe hüm la yesmeun

5. Ve kalu kulubüna fı ekinnetim mimma ted'una ileyhi ve fı azanina vakruv ve mim beynina ve beynike hıcabün fa'mel innena amilun

6. Kul innema ene beşerum mislüküm yuha ileyye ennema ilahüküm ilahüv vahıdün festekıymu ileyhi vestağfiruh ve veylül lil müşrikın

7. Ellezıne la yü'tunez zekate ve hüm bil ahırati hüm kafirun

8. İnnellezıne amenu ve amilus salihati lehüm ecrun ğayru memnun

9. Kul e inneküm le tekfürune billezı halekal erda fı yevmeyni ve tec'alune lehu endada zalike rabbül alemın

10. Ve ceale fıha ravasiye min fevkıha ve barake fıha ve kaddera fıha akvateha fı erbeati eyyam sevael lis sailın

11. Sümmesteva iles semai ve hiye dühanün fe kale leha ve lil erdı'tiya tav'an ev kerha kaleta eteyna taiıyn

12. Fe kadahünne seb'a semavatin fı yevmeyni ve evha fı külli semain emraha ve zeyyennes semaed dünya bi mesabıha ve hıfza zalike takdırul azızil alım

13. Fe in a'radu fe kul enzertüküm saıkatem misle saıkati adiv ve semud

14. İz caethümür rusülü mim beyni iydıhim ve min halfihim ella ta'büdu illellah kalu lev şae rabbüna le enzele melaiketen fe inna bima ürsiltüm bihı kafirun

15. Fe emma adün festekberu fil erdı bi ğayril hakkı ve kalu men eşeddü minna kuvveh e ve lem yerav ennellahellezı halekahüm hüve eşeddü minhüm kuvveh kanu bi ayatina yechadun

16. Fe erselna aleyhim rıhan sarsaran fı eyyamin nehısatil li nüzıkahüm azabel hızyi fil hayatid dünya ve leazabül ahırati ahza ve hüm la yünsarun

17. Ve emma semudü fe hedeynahüm saıkatül azabil huni bima kanu yeksibun

18. Ve necceynellezıne amenu ve kanu yettekun

19. Ve yevme yuhşeru a'daüllahi ilen nari fe hüm yuzeun

20. Hatta iza ma cauha şehide aleyhim sem'uhüm ve ebsaruhüm ve cüludühüm bima kanu ya'melun

21. Ve kalu li cühudihim lime şehidtüm aleyna kalu entaknellahüllezı entaka külle şey'iv ve hüve halekaküm evvele merrativ ve ileyhi türceun

22. Ve ma küntüm testetirune ey yeşhede aleyküm sem'uküm ve la ebsaruküm ve la cüludüküm ve lakin zanentüm ennellahe la ya'lemü kesıram mimma ta'melun

23. Ve zaliküm zannükümüllezı zanentüm bi rabbiküm erdaküm fe asbahtüm minel hasirın

24. Fe iy yasbiru fen naru mesvel lehüm ve iy yesta'tibu femahüm minel mu'tebın

25. Ve kayyadna lehüm kuranae fezeyyenu lehüm ma beyne eydıhim ve ma halfehüm ve hakka aleyhimül kavlü fı ümemin kad halet min kablihim minel cinni vel ins innehüm kanu hasirın

26. Ve kalellezıne keferu la tesmeu li hazel kur'ani velğav fıhi lealleküm tağlibun

27. Fe lenüzıkannellezıne keferu azaben şedıdev ve lenecziyennehüm esveellezı kanu ya'melun

28. Zalike ceazü a'daillahin nar lehüm fıha darul huld cezaem bima kanu bi ayatina yechadun

29. Ve kalellezıne keferu rabbena erinellezeyni edallana minel cinni vel insi nec'alhüma tahte akdamina li yekuna minel esfelın

30. İnnellezıne kalu rabbünellahü sümmestekamu tetenezzelü aleyhimül melaiketü ella tehafu ve la tehzenu ve ebşiru bil cennetilletı küntüm tuadun

31. Nahnü evliyaüküm fil hayatid dünya ve fil ahırah ve leküm fıha ma teştehı enfüsüküm ve leküm fıha ma teddeun

32. Nüzülem min ğafurir rahıym

33. Ve men ahsenü kavlem mimmen dea ilellahi ve amile salihav ve kale innenı minel müslimın

34. Ve la testevil hasenetü ve les seyyieh idfa' billetı hiye ahsenü fe izellezı beyneke ve beynehu adavetün keennehu veliyyün hamım

35. Ve ma yülekkaha illellezıne saberu ve ma yülekkaha illa zu hazzın azıym

36. Ve imma yenzeğanneke mineş şeytani nezğun festeız billah innehu hüves semıul alım

37. Ve min ayatihil leylü ven neharu veş şemsü vel kamer la tescüdu liş şemsi ve la lil kameri vescüdu lillahillezı halekahünne in küntüm iyyahü ta'büdun

38. Fe inistekberu fellezıne ınde rabbike yüsebbihune lehu bil leyli ven nehari ve hüm la yes'emun (37. Ayet secde ayetidir.)

39. Ve min ayatihı enneke teral erda haşiaten fe iza enzelna aleyhel maehtezzet ve rabet innellezı ahyaha le muhyil mevta innehu ala külli şey'in kadır

40. İnnellezıne yülhıdune fı ayatina la yahfevne aleyna e fe mey yülka fin nari hayrun em mey ye'ti aminey yevmel kıyameh ı'melu ma şi'tüm innehu bima ta'melune basıyr

41. İnnellezıne keferu biz zikri lemma caehüm ve innehu le kitabün azız

42. La ye'tıhil batılü mim beyni yedeyhi ve la min halfih tenzılüm min hakımin hamıd

43. Ma yükalü leke illa ma kad kıyle lir rusüli min kablik inne rabbeke lezu mağfirativ ve zu ıkabin elim

44. Ve lev cealnâhu kur'ânen a'cemiyyen le kâlû lev lâ fussilet âyâtuhu, e a'cemiyyun ve arabîyyun, kul huve lillezîne âmenû huden ve şifâun, vellezîne lâ yu'minûne fî âzânihim vakrun ve huve aleyhim amâ(amen), ulâike yunâdevne min mekânin baîd(baîdin).

45. Ve le kad ateyna musel kitabe fahtülife fıh ve lev la kelimetün sebekat mir rabbike le kudıye beynehüm ve innehüm lefı şekkim minhü mürıb

46. Men amile salihan fe li nefsihı ve men esae fe aleyha ve ma rabbüke bi zallamil lil abıd

47. İleyhi yüraddü ılmüs saah ve ma tahrucü min semeratüm min ekmamiha ve ma tahmilü min ünsa ve la tedau illa biılmih ve yevme yünadıhim eyne şürakaı kalu azennake ma minna min şehıd

48. Ve dalle anhüm ma kanu yed'une min kablü ve zannu ma lehüm mim mehıys

49. La yes'emül insanü min düail hayri ve im messehüş şerru fe yeusün kanut

50. Ve lein ezaknahü rahmetem minna mim ba'di darrae messethü le yekulenne haza lı ve ma ezunnüs saate kaimetev ve heir rucı'tü ila rabbi inne lı ındehu lel husna fe le münebbiennellezıne keferu bima amilu ve le nüzıkannehüm min azibn ğalıyz

51. Ve iza en'amna alel insani a'rada ve nea bicanibih ve iza messehüş şerru fe zu düain arıyd

52. Kul eraeytüm in kane min ındillahi sümme kefertüm bihı men edallü mimmen hüve fı şikakım beıyd

53. Senürıhim ayatina fil afakı ve fı enfüsihüm hatta yetebeyyene lehüm ennehül hakk e ve lem yekfi bi rabbike ennehu ala külli şey'in şehıd

54. E la innehüm fı miryetim mil likai rabbihim e la innehu bi külli şey'im mühıyt

FUSSİLET SURESİ TÜRKÇE MEALİ

Hâ-mîm.

Bu Kur'an, rahman ve rahîm olan Allah'ın katından indirilmiştir;

Bilmek isteyenler için âyetleri apaçık hale getirilmiş Arapça okunan bir kitaptır.

Müjdeleyici ve uyarıcı olarak indirilmiştir ama çokları yüz çevirdi, artık onu ­işitmezler.

Dediler ki: "Bizi çağırdığın şeylere karşı kalplerimiz kapalıdır, kulaklarımızda da sağırlık var; bir de seninle bizim aramızda perde bulunmaktadır. Sen yapacağını yap, biz de yapmaktayız!"

De ki: "Ben sadece sizin gibi bir beşerim; bana tanrınızın tek tanrı olduğu vahyedilmiştir, doğruca O'na yönelin, O'ndan bağışlanma dileyin. Allah'a ortak koşanların vay haline!

Ki onlar mallarından muhtaçları yararlandırmazlar; onlar âhireti de inkâr ederler.

İman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlara gelince, onlar için eksilmeyen bir mükâfat vardır."

De ki: "Arzı iki günde yaratanı inkâr edip O'na başkalarını ortak mı koşuyorsunuz? O yaratıcı ve âlemlerin rabbi olan Allah'tır."

Arz üzerinde sarsılmaz dağlar oturttu, orayı bereketli hale getirdi; gerekli besinlerini orada -bunlara ihtiyacı olan varlıklar için eşit derecede olmak üzere- uygun ölçülerle yarattı. (Bütün bunlar) dört günde oldu.

Dahası O, duman halinde olan semaya iradesini yöneltti; ardından ona ve arza, "İsteyerek veya istemeyerek (varlık sahnesine) gelin!" buyurdu. "İsteyerek geldik" dediler.

Böylece onları iki günde yedi gök olarak yarattı, her göğe işlevini ilham etti. Biz, yakın semayı kandillerle donattık ve onu koruduk. İşte bu, her şeye gücü yeten, her şeyi bilen Allah'ın takdiridir.

Eğer onlar yine de yüz çevirirlerse de ki: "Sizi,d ve Semûd'un başına düşen yıldırım gibi bir yıldırıma karşı uyarıyorum."

Hani onlara peygamberler gelip (ikna etmek için) her yolu deneyerek, "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin" demişlerdi. Ama onlar, "Rabbimiz (buna inanmamızı) isteseydi mutlaka (elçi olarak) melekler gönderirdi. Bu durumda biz, sizinle gönderilen şeyin gerçek olduğunu kabul etmiyoruz" dediler.

Anıland kavmi, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve "Bizden daha güçlü kim var?" dediler. Onları yaratan Allah'ın kendilerinden daha güçlü olduğunu düşünmezler miydi? Onlar, âyetlerimizi de inatla inkâr ediyorlardı.

Sonunda dünya hayatında onlara alçaltıcı cezayı tattırmak için o kara günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgâr gönderdik.hiret azabı ise daha da alçaltıcı olacak, onlara yardım da edilmeyecektir.

Semûd kavmine gelince, onlara doğru yolu gösterdik ama körlüğü doğru yolu görmeye tercih ettiler; nihayet kendi yapıp ettiklerinin sonucu olarak alçaltıcı bir yıldırım azabı yakalayıverdi onları!

İnanan ve Allah'a karşı gelmekten sakınanları da kurtardık.

Allah düşmanlarının ateşe doğru sevkedilecekleri gün, öncekileriyle sonrakileriyle onların hepsi bir araya getirilir.

Nihayet oraya geldiklerinde vaktiyle yaptıklarından dolayı kulakları, gözleri ve derileri onların aleyhine şahitlik eder.

Derilerine, "Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?" diye sorarlar. "Her şeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu" derler. İlk önce sizi O yarattı, şimdi de yine O'na dönüyorsunuz.

Vaktiyle siz, ne kulaklarınızın ne gözlerinizin ne de derilerinizin aleyhinizde şahitlik etmesinden sakınıyordunuz; üstelik yaptıklarınızın çoğunu Allah'ın bilmediğini sanıyordunuz.

İşte rabbiniz hakkında taşıdığınız bu kanaatiniz sizi mahvetti, sonunda kaybedenlerden oldunuz.

Artık dayanabilirlerse kalacakları yer ateştir; kendilerine yeni bir fırsat verilmesini talep etseler de bu talepleri kabul edilmez.

Onların yanlarına bazı arkadaşlar verdik de bunlar, önlerinde bulunanı da arkalarında olanı da onlara şirin gösterdiler. Böylece kendilerinden önce gelip geçmiş olan cin ve insan toplulukları hakkındaki hüküm onlar için de kesinleşti. Kuşkusuz onların hepsi hüsrana uğramışlardır.

İnkârcılar dediler ki: "Bu Kur'an'a kulak vermeyin, okunurken gürültü çıkarın, belki bastırırsınız."

O inkâra sapanlara mutlaka şiddetli bir azap tattıracağız, onları yaptıklarının en kötüsüne denk bir şekilde cezalandıracağız.

İşte Allah düşmanlarının cezası: Ateş!yetlerimizi inatla inkâr etmelerinin cezası olarak orası onların sonsuza kadar kalacakları yer olacaktır.

İnkâra sapmış olanlar şöyle diyecekler: "Rabbimiz! Bizi saptıran şu cinleri ve insanları bize göster, onları ayaklarımızın altına alalım ki herkesten daha çok aşağılanmış olsunlar!"

"Rabbimiz Allah'tır" deyip de dosdoğru çizgide yaşayanlar, işte onların üzerine melekler şu müjdeyle inerler: "Korkmayın, kederlenmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin!

Biz, dünya hayatında da âhirette de sizin dostunuzuz.

Orada, çok bağışlayıcı, çok merhametli olan Allah'tan bir ikram olarak sizin için canınızın çektiği her şey bulunacak, yine orada umduğunuz her şeyi elde edeceksiniz."

Allah'a çağıran, dine ve dünyaya yararlı iş yapan ve "Ben müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kim vardır?

İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel olan davranışla sav; o zaman bir de göreceksin ki seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse kesinlikle sıcak bir dost oluvermiş!

Bu sonuca ancak sabırlı olanlar ulaşabilir, yine buna ancak (erdemlerde) büyük pay sahibi olanlar ulaşabilir.

Eğer şeytandan sana bir fitleme gelirse hemen Allah'a sığın! Allah işitendir, bilendir.

Gece ve gündüz, güneş ve ay O'nun işaretlerindendir. Eğer gerçekten Allah'a tapıyorsanız güneşe de aya da secde etmeyin, onları yaratan Allah'a secde edin.

Şayet kibirlerine yediremezlerse bilsinler ki rabbinin katında bulunanlar bıkıp usanmadan, gece gündüz O'nu tesbih etmektedirler.

O'nun işaretlerinden biri de şudur: Sen arzı (ölmüş gibi) kupkuru görürsün; ama üzerine yağmur indirdiğimizde toprak canlanıp kabarır. Ona can veren, elbette ölülere de can verir. O her şeye kadirdir.

yetlerimiz konusunda gerçekten sapanlar bizden gizlenemezler. Bu durumda ateşe atılan mı daha iyidir, yoksa kıyamet günü (huzurumuza) güvenle gelen mi? İstediğinizi yapın! O, yaptıklarınızı kuşkusuz görmektedir.

Bu uyarıcı kitap kendilerine geldiğinde onu inkâr edenler (cezalarını görecekler). O, gerçekten çok değerli bir kitaptır.

Asılsız bir şey ona ne önünden ne arkasından yaklaşabilir. O, hikmet sahibi, övgüye lâyık olan Allah katından indirilmiştir.

Sana, senden önceki peygamberler için söylenenlerden farklı bir şey söylenmemektedir. Gerçekten rabbin hem mağfiret sahibidir hem de O'nun çok yakıcı bir azabı vardır.

Şayet biz onu yabancı dilde okunan bir kitap olarak indirseydik mutlaka şöyle diyeceklerdi: " yetlerinin açık seçik anlaşılır olması gerekmez miydi? Bir Arap'a yabancı dilden bir kitap, öyle mi!" De ki: "O, inananlar için bir rehber ve şifadır; inanmayanlara gelince onların kulaklarında bir sağırlık vardır, Kur'an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara çok uzaktan sesleniliyor."

Biz, vaktiyle Mûsâ'ya kitabı indirmiştik ama onda da ihtilâfa düşülmüştü. Eğer rabbin tarafından daha önce verilmiş bir söz olmasaydı haklarında hüküm kesinleşmişti bile. İnanmayanlar onun hakkında gerçekten koyu bir kuşku içindedirler.

Kim dine ve dünyaya yararlı bir iş yaparsa kendi iyiliği için yapmış olur; kim de kötülük işlerse kendi aleyhine işlemiş olur. Senin rabbin kullarına asla haksızlık etmez.

Kıyametin zamanını bilmek sadece Allah'a havale edilir; kezâ O'nun bilgisi olmadan ne meyveler kabuklarını çatlatıp çıkar ne de bir dişi gebe kalıp doğurur. Allah'ın onlara, "Tanrılıkta bana ortak saydıklarınız nerede?" diye seslendiği gün, "Sana açıkça söyleyelim, içimizde (sana ortak bulunduğuna dair) bir tanık yok" derler.

Artık daha önce taptıkları şeyler onları terkedip kaybolmuş; kendileri de kaçıp kurtulacakları bir yer bulunmadığını anlamışlardır.

İnsan, iyi şeyleri istemekten usanmaz; başına bir kötülük geldiğinde ise büsbütün ümitsiz ve karamsardır.

Uğradığı bir sıkıntıdan sonra ona tarafımızdan bir nimet tattırsak mutlaka şöyle diyecektir: "Bu benim hakkımdır; ayrıca kıyametin kopacağını sanmıyorum ama, dönüp rabbime varacak olsam bile, O'nun huzurunda benim için güzel şeyler bulunduğundan eminim." Biz, inkâra sapanlara neler yaptıklarını mutlaka açık seçik bildireceğiz ve onlara kesinlikle ağır bir ceza tattıracağız!

Ne zaman insanoğluna bir lutufta bulunsak arkasını dönüp uzaklaşır; başına bir kötülük geldiğinde de uzun uzadıya yalvarıp yakarır.

De ki: "Hiç düşündünüz mü, ya bu (Kur'an) Allah katından gelmiş, siz de onu inkâr etmişseniz? Bu durumda böylesine kesin bir çatışma içine düşenden daha sapkın kim olabilir!"

Kur'an'ın gerçek olduğu kendileri için apaçık belli oluncaya kadar onlara çevrelerinde ve kendilerinde bulunan kanıtlarımızı hep göstereceğiz. Rabbinin her şeye tanıklık etmesi (onlar için) yeterli değil midir?

Bilesin ki onlar rablerinin huzuruna çıkacakları konusunda kuşku içindedirler. Kesinlikle unutulmamalı ki Allah her şeyi kuşatmıştır.

FUSSİLET SURESİ TEFSİRİ

AYET

Bazı sûrelerin başında gelen bu tür harflere "hurûf-ı mukattaa" denir (bilgi için bk. Bakara 2/1).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 685

2-4. AYET

"İndirilen"den maksat Kur'an-ı Kerîm veya özellikle bu sûredir. Muhataplara bu hatırlatmanın yapılmasının sebebi, okunanın ilâhî kelâm olduğunu bilerek onu lâyık olduğu şekilde derin bir saygıyla dinlemeleri gerektiğini onlara hissettirmektir. Ayrıca bu ifade, bilhassa Kur'an'ın Allah tarafından indirildiğini kabul etmeyen, onu Hz. Muhammed'in yakıştırdığını ileri süren inkârcılara cevap teşkil etmektedir. Bu cevapta Kur'an'ın başlıca şu özelliklerine dikkat çekildiği görülüyor:

a) Kur'an, Allah katından indirilmiştir, ilâhî vahiydir; onun Hz. Mu­ham­med'in kendi sözü olduğu iddiası tamamen asılsızdır.

b) Kur'an, Allah'ın rahman ve rahîm isimlerinin tecellisidir, dolayısıyla insanlık için bir rahmet ve lutuftur.

c) O bir "kitap"tır, yani sadece söylenip geçen bir söz değil, aynı zamanda yazıya geçirilerek korunması gereken ve korunan ölümsüz bir belgedir.

d) " yetleri açık açık ortaya konmuştur." Râzî, bu kısmı açıklarken özet­le şöyle der: Kur'an'ın âyetleri değişik konulara ayrılmıştır, farklı anlamlar taşımaktadır. Şöyle ki: Bazı âyetler Allah'ın zâtını tanıtmakta, sıfatlarını açıklamakta; ilim ve kudretinin, rahmet ve hikmetinin mükemmelliğini; göklerin, yerin ve yıldızların yaratılışındaki, geceyle gündüzün birbirini izlemesindeki sırları; bitkiler, hayvanlar ve insanlardaki hayranlık verici özellikleri anlatmaktadır. Bazı âyetler, ruhlara ve bedenlere ait yükümlülükler hakkında bilgi vermekte; bazıları âhiretle ilgili vaad ve uyarı, sevap ve ceza konularında, cennet ve cehennem ehlinin dereceleri hakkında açıklamalar içermektedir. Bazı âyetlerde öğüt ve uyarılar, bazılarında ahlâk güzelliğine ve ruh terbiyesine dair konular işlenir; bazıları da eski toplulukların tarihlerinden söz eder. Kısacası, insafla düşünen herkes kabul eder ki insanlığın elinde, çeşitli bilgilerin ve birbirinden çok farklı konuların yer aldığı Kur'an'ın benzeri başka bir kutsal kitap yoktur (XXVII, 94).

e) Kur'an'ın dili Arapça'dır; bunun da asıl sebebi, İslâm peygamberinin Arap asıllı, hitap ettiği ilk topluluğun da Araplar oluşudur. Nitekim "İstisnasız her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara (gerçekleri) açık açık anlatsın" buyurulmuştur (İbrâhim 14/4; ayrıca bk. Zümer 39/28).

f) Kur'an, özünde kusursuz bir ilâhî hakikat, rahmet ve rehber olmakla birlikte ondan doğru olarak ve gerektiği kadar yararlanabilmek için olabildiğince zihinsel donanıma sahip olmak, samimi bir niyetle hakikat ve fazilet arayışı içinde bulunmak gerekir. 4. âyette belirtildiği gibi "çokları" yani inkârcılar (Şevkânî, IV, 578-579), peşin bir hükümle Kur'an'a sırt çevirdikleri, onu dinlemedikleri, açıklama ve uyarılarını dikkate almadıkları için Kur'an'dan nasiplerini alamazlar; hatta "Kur'an zalimlerin (inancı, niyeti ve ahlâkı bozuk olanların) ancak hüsranını arttırır" (İsrâ 17/82).

g) Kur'an müjdeci ve uyarıcıdır; sadece bilgi vermez, sadece görev de yüklemez; aynı zamanda hakikati arayan, hak olana inanmaya ve hakka göre yaşamaya niyeti olanlara, aradığını bulduğunda da ona sımsıkı sarılanlara güzel bir âkıbet, mutluluklarla dolu ebedî bir hayat müjdeler; bâ-

tıla sapanları; inkâr, haksızlık ve ahlâksızlık peşinde olanları da acı bir âkıbetle ve ağır cezalara çarptırılmakla tehdit edip uyarır.

Bazı tefsirlerde 3. âyetteki "bilen bir topluluk" ifadesiyle Arapça bilen ilk Kur'an muhataplarının kastedildiği belirtilir (Taberî, XXIV, 91; İbn Atıyye, V, 4). Ancak bu ifadenin, "dinleyip anlamasını bilen, Kur'an'dan doğru olarak ve gerektiği kadar yararlanabilmek için olabildiğince zihinsel donanıma sahip olması yanında dürüstçe hakikat ve fazilet arayışı içinde bulunan topluluk" şeklinde anlaşılması Kur'an-ı Kerîm'in ifade ve üslûp tarzına daha uygun düşmektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 685-687

5. AYET

İbnşûr'un da işaret ettiği gibi (XXIV, 233) Araplar kalp kelimesini "akıl" anlamında kullanırlardı; Kur'an-ı Kerîm'de de bu kelime ve çoğulu (kulûb) genellikle akıl anlamında kullanılmıştır.

Hz. Peygamber Mekke putperestlerine Kur'an'ı tebliğ ederek onları Allah'ın birliğine inanmak, sadece O'na kulluk etmek, bencil duygulardan ve haksız davranışlardan arınarak insanlara iyilik etmek gibi ilkeleri benimseyip yaşamaya davet ediyor; fakat muhataplarının çoğu, âyette belirtilen küstahça ifadelerle bu daveti reddediyorlardı. Bunu yaparken ileri sürdükleri gerekçe oldukça ilginçtir. Zira onlar, "Davetini, bize tebliğ ettiklerini düşündük taşındık, ama inandırıcı bulmadık, onun için de reddediyoruz" demiyorlardı. Aksine, tebliğ ettiği şeylere kalplerinin, akıllarının kapalı, kulaklarının tıkalı olduğunu söylüyorlardı. Şu halde onlar, gerçeği arayan samimi bir insanın iyi niyetli tavrıyla kendilerine okunan Kur'an'a kulak verip dinlemeye, anlamları üzerinde akıllarını kullanıp zihin yormaya bile gerek görmemişlerdir. Râzî'ye göre sûrenin asıl amacı, bunu eleştirmek, bu zihniyetin yanlışlığını ve tehlikesini ortaya koymak, muhatapları buna ikna etmektir (XXVII, 133).

Özetle, ilk âyetlerde ifade buyurulduğu üzere Kur'an Allah'ın rahman ve rahîm isimlerinin tecellisi olarak ilâhî rahmetin insanlar üzerine doğuşudur; "onun âyetleri Arapça bir okunuşla (Arapça olarak) ayrıntısıyla açıklanmıştır." Fakat ondan gerektiği gibi yararlanmak için bunu istemek, dolayısıyla ona samimiyetle kulak vermek ve tebliğleri üzerinde aklî değerlendirmeler yapmak gerekir. Bu, anlamanın ve inanmanın vazgeçilmez şartıdır. Mekke putperestleri ve Kur'an'a karşı tavır alan bütün inkârcıların temel yanlışı ise bu şarta uymamalarıdır.

"Sen yapacağını yap, biz de yapıyoruz!" şeklinde çevirdiğimiz cümle iki şekilde açıklanmaktadır: a) Sen kendi dininin gerektirdiğini yap, biz de kendi dinimize göre yaşayacağız; b) Sen bize karşı elinden geleni yap, biz de seni başarısız kılmak için elimizden ne gelirse yapacağız (Râzî, XXVII, 98). Bize göre ikinci yorum Mekke putperestlerinin karakterlerine daha uygun görünmektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 687-688

6-7. AYET

Yukarıdaki tutumu sergileyenleri Kur'an'ın gerçeklerine inandırıp gereğince davranmalarını sağlamak için yapılacak bir şey olmadığına işaret edilmekte; Kur'an'ın Allah kelâmı, dolayısıyla Hz. Muhammed'in de peygamber olduğunu kesinlikle reddeden putperest Araplar'a cevap verilmektedir. Buna göre –yukarıdaki âyetler de dikkate alındığında– Resûlullah'ın onlara şu gerçeği bildirmesi istenmektedir: İnanıp kabul etmenin temel şartı, kulağıyla dinleyip aklıyla değerlendirmektir; bu olmadan inanma gerçekleşmez, inanmayana Hz. Peygamber'in dahi yapabileceği bir şey kalmaz. Çünkü Peygamber bir beşer olup inanmayanları zorla inandıracak bir güce sahip değildir, böyle bir görevi de yoktur. Ona sadece vahiy gelmekte, doğrular ve yanlışlar, iyilikler ve kötülükler hakkında bilgiler verilmekte; muhataplarını Allah'a yönelmeye ve kötülükleri için O'ndan bağış dilemeye davet etmektedir; insanların bunları kabul veya reddetmeleri ise kendi isteklerine ve gereken şartları yerine getirmelerine bağlıdır. Son noktada hidayeti nasip etmek de ondan mahrum bırakmak da Allah'a aittir. İbnşûr'a göre burada, "Sen yapacağını yap, biz de yapıyoruz!" diyerek Resûlullah'a meydan okuyan putperestlere karşı, "Ben size karşı ne yapabilirim; ben Allah'ın bir elçisiyim, sizin hesabınızı görecek olan ise Allah'tır" şeklinde dolaylı bir uyarı, ayrıca "İnsandan peygamber mi olurmuş?" şeklindeki itirazlarına da bir cevap vardır (XXIV, 236-237).

Şevkânî'ye göre 6. âyet, Hz. Peygamber'in söylediklerine karşı akıllarının örtülü, kulaklarının tıkalı olduğunu söyleyen inkârcılara, "Bana vahiy gelmesi dışında ben de sizden biriyim; sizden farklı bir türden gelmiyorum (dolayısıyla farklı bir dil konuşmuyorum) ki söylediklerime karşı akıllarınız örtülü, kulaklarınız tıkalı olsun, aramızda beni anlamanızı engelleyen perdeler bulunsun. Sizi akla sığmayan şeylere çağırmıyorum, sadece tevhide davet ediyorum" şeklinde bir cevap anlamı taşımaktadır (IV, 579).

7. âyetin metnindeki "zekât" kelimesini farz olan zekât olarak anlayanlar olmuşsa da (meselâ bk. Taberî, XXIV, 93), müfessirlerin çoğu, zekâtın Medine'de farz kılındığını hatırlatarak Mekke'de inen bu sûrede ondan söz edilmiş olamayacağını belirtirler. Bazı müfessirler, zekât kelimesinin "arınma" anlamına geldiğini dikkate alarak âyetin bu kısmını, "Nefislerini arındırmayanlar" şeklinde açıklamışlar, bu arındırmanın da öncelikle "lâ ilâhe illallâh" diyerek müslüman olmak, böylece şirk ve inkâr kirinden temizlenmekle gerçekleşeceğini ifade etmişlerdir. İbn Atıyye bu hususta şöyle der: "İbn Abbas ve âlimlerin çoğunluğu (cumhur), bu âyetteki zekât kelimesinin 'lâ ilâhe illallâh' cümlesini söylemek olduğunu belirtirler... Bu yorum, âyetin Mekke'de indiği, zekâtın ise Medine'de farz kılındığı bilgisine dayanır. Bu durumda âyetteki zekât, kalbin ve bedenin şirk ve günahlardan arındırılmasıdır. Mücâhid ve Rebî bu görüştedirler. Dahhâk ve Mukatil'e göre ise burada zekâtın anlamı, ihtiyaç sahiplerine ibadet maksadıyla malî yardımda bulunmaktır" (V, 5). Bize göre de en isabetli yorum bu sonuncusudur.

Müşriklerin pek çok kötü özellikleri varken âyetin, mal yardımından kaçınmalarını özellikle zikretmesinin sebebini Zemahşerî şöyle açıklar: "Çünkü insanın en çok sevdiği şey malıdır; mal canın yongasıdır. İnsan onu Allah rızası için harcayabiliyorsa bu onun, (inancındaki) kararlılığının, istikamet sahibi oluşunun, iyi niyetinin ve içtenliğinin en güçlü delilidir. Nitekim Allah Teâlâ, 'Mallarını Allah rızâsını dileyerek ve içlerinden gelerek harcayanların misali, tatlı bir yamaçta bulunan, üzerine bolca yağmur yağan, bu sebeple ürününü iki misli veren bir bahçedir' (Bakara 2/265) buyurmuştur.yette bu kişilerin inançlarında kararlılık gösterdikleri ve bunu mallarını infak ederek kanıtladıkları anlatılmaktadır. Vaktiyle müslüman olmakla birlikte henüz kalpleri İslâm'a ısınmamış olanlardan (müellefe-i kulûb) bir kısmı daha sonra önemsiz maddî menfaatlerle kandırıldılar, böylece dine bağlılıklarını kaybettiler; kezâ Hz. Peygamber'in vefatından sonra İslâm'dan dönenler de (ehl-i ridde) önce zekât vermemek için birlik oluşturdular ve bu yüzden onlara karşı savaş açıldı, çarpışıldı. Ayrıca zekât toplamak üzere müslümanlara görevliler gönderildi, zekât vermekten kaçınmaya kalkışanlar şiddetle uyarıldı, öyle ki zekât vermemek müşriklerin özelliklerinden biri olarak kabul edildi (konumuz olan âyette de zekât vermemek) âhireti inkâr etmekle birlikte anıldı" (III, 383).

Kureyş kabilesi hacılara yemek yedirirlerdi; fakat Hz. Muhammed'e inananları bundan mahrum bırakmaya kalkıştılar.yetin bu davranışı eleştirdiği de söylenmektedir (Zemahşerî, III, 383; Râzî, XXVII, 99).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 688-690

8. AYET

Yukarıda inkârcıların başlıca olumsuz tutumları anılıp eleştirildikten sonra burada da müminlerin inançları, güzel davranışları ve mutlu âkıbetleri özetlenmektedir. Bazı tefsirlerde bu âyetin, mazeretleri sebebiyle dinî vecîbelerini gerektiği gibi yerine getiremeyen hasta ve sakat müslümanlar hakkında indiği bildirilmektedir. Buna göre mazeretleri sebebiyle bazı kişilerin ibadetleri eksik de olsa Allah onlara ecirlerini tam verecektir (İbn Atıyye, V, 5; Zemahşerî, III, 383; Râzî, XXVII, 100).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 690

9. AYET

Ayet metnindeki yevmeyn kelimesinin sözlük anlamı "iki gün"dür. Ancak, henüz dünyanın yaratılmadığı bir dönemde, bildiğimiz anlamda gün ve geceden de söz edilemeyeceği açıktır. Nitekim Kur'an'da, "Bilinmeli ki, rabbinin katındaki bir gün sizin saymakta olduklarınızın binyılı gibidir" (Hac 22/47) buyurularak insanlardaki zaman kavramının göreli olduğuna, ilâhî tasarrufla ilgili zaman kavramlarının, binlerce seneyle ifade edilebilecek devirleri gösterdiğine işaret eder (bilgi için bk. A'râf 7/54).

Taberî âyetin son cümlesini şöyle açıklar: "Arzı iki evrede yaratan güç, insü cinnin ve diğer varlık türlerinin mâliki, kendisinden başka bütün varlıklar da onun memlûküdür. Bu durumda O'nun nasıl dengi bulunabilir? Hiçbir şeye muktedir olmayan âciz memlûk, kendisi üzerinde mâlik ve kadir olana denk olabilir mi?" (XXIV, 95). Râzî'nin de belirttiği gibi (XXVII, 102) Araplar, evrenin yaratılışıyla ilgili olarak Tevrat'ın başlarında (Tekvin, 1/1-31, 2/1-3) verilen bilgilerden haberdar olup orada anlatılanların gerçek olduğuna inanıyorlardı.yette onların bildikleri ve kabul ettikleri gibi arzı belirtilen sürede yaratan güce denk tutulmaya değer hiçbir varlık olamayacağı ifade edilmekte, dolayısıyla putperest Araplar'ın Allah'a ortak koşmakla içine düştükleri çelişki ortaya konmaktadır.

Aslında putperest Araplar Allah'ın varlığına inandıklarını söylüyorlardı. Ancak onlar bazı alelâde varlıklara da tanrılık işlev ve nitelikleri yüklüyor, Allah'tan beklemeleri gereken yardımı onlardan bekliyor ve bunun için de onlara tapıyorlardı. Ayrıca insanların yeniden yaratılıp bu dünyadaki inanç ve davranışları konusunda yargılanmalarını ve diğer âhiret hallerini kabul etmemekle Allah'ın bütün bunları gerçekleştirmeye muktedir olduğunu inkâr etmiş; dolayısıyla Allah'ın insanları bazı ödevlerle yükümlü kıldığına ve sorumlu tutacağına da inanmamış oluyorlardı. İşte bütün bu telakkiler, her yönden eşsiz, benzersiz olan, dengi ve ortağı bulunmayan gerçek Tanrı inancıyla çeliştiği için âyette putperest Araplar'ın bu telakkileri bir tür inkâr olarak değerlendirilmiş; bu ve bundan sonraki âyetlerde kendisine inanılması gereken Allah'ın azametine, üstün ilim, irade ve kudretine delâlet eden bazı örnekler veril­miştir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 691-692

10. AYET

"Arzın bereketli hale getirilmesi", özetle hayatın devamı için gerekli olan hava, su, besin vb. imkânlara elverişli şartların oluşturulmasıdır. İbn Abbas'a nisbet edilen bir yorumda buradaki bereket, "nehirlerin açılması, dağların, ağaçların, meyvelerin yaratılması, çeşitli hayvan türlerinin geliştirilmesi, yaşayanların ihtiyaç duyduğu bütün imkânların oluşturulması" şeklinde açıklanmıştır (Râzî, XXVII, 102). Esasen âyetin devamı da bu anlamı vermektedir.

Bir yoruma göre âyetteki besinlerden maksat, arz üzerindeki dağlar, nehirler, ağaçlar, kayalar, madenler gibi arzın yararlı oluşunu sağlayan değerli şeyler; diğer bir yoruma göre de özellikle insanlar için gerekli olan gıdalardır.yet metninde besinlerin arza izâfe edilmesinin sebebi ise bunların arzda bulunması, oradan elde edilmesidir (İbn Atıyye, V, 6).

Şevkânî'ye dayanarak (IV, 581) "bunlara ihtiyacı olan varlıklar" diye çevirdiğimiz sâilîn kelimesi, varlığını sürdürmek için besin vb. maddelere muhtaç olan yer yüzü varlıkları; "eşit derecede" diye çevirdiğimiz sevâen kelimesi ise "eksiksiz fazlasız, tam yeteri kadar, her varlığın ihtiyacı ölçüsünde" şeklinde açıklanmıştır. Bir yoruma göre sevâen kelimesi "dört gün"ün sıfatıdır. Buna göre âyetin ilgili kısmı "tamı tamına dört gün" anlamına gelir (Taberî, XXIV, 98; İbnşûr, XXIV, 245). "Uygun ölçülerle yarattı" diye çevirdiğimiz kaddere fiilinin asıl anlamı "ölçme, takdir etme"dir; tefsirlerde bu bağlamda "belirledi, yarattı, elverişli hale getirdi, –İbn Mes'ûd mushafındaki kasseme okunuşu da dikkate alınarak– "paylaştırdı" gibi değişik şekillerde açıklanmıştır. Taberî'nin de bu açıklamaları aktardıktan sonra belirttiği gibi (XXIV, 97) âyet, Allah Teâlâ'nın, bütün yeryüzü varlıklarına ihtiyaçları olan her konudaki ihsanlarını içine alacak şekilde geniş kapsamlıdır. O, her varlığa yarayışlı olan besinleri lutfetmiş; bir ülkede vermediğini başka ülkede, karada vermediğini denizde vermiştir. Bütün bu hikmetli, anlamlı ve amaçlı işler, ancak üstün bir kudretin varlığına ve birliğine delâlet eder; O var olduğu, bir olduğu içindir ki bu varlıklar, bu hayat ve bu hikmetli düzen vardır.

Allah'ın, bütün yarattıklarının ihtiyacını karşılayacak ölçülerde var ettiği nesneleri, bazı fert ve grupların tekellerine almaları veya israf ve zayi etmeleri, diğerlerinin haklarına tecavüzdür. Bu sebeple israf ve ihtikâr yasaklanmış, infak emredilmiştir.

Tefsirlerde âyetteki "dört devir"in, 9. âyette geçen iki devri de kapsadığına dikkat çekilir. Bu sebeple ilgili bölümü, "(Bütün bunlar) dört devirde oldu" şeklinde çevirmeyi uygun bulduk. Sonuçta yer dört günde, gökler de iki günde olmak üzere hepsi altı günde (devirde) yaratılmış olmaktadır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 692-693

11. AYET

"Geliniz" anlamındaki i'tiyâ fiili tefsirlerde göklerin ve yer kürenin yaratılmasını, oluşmasını (tekvîn) sağlayan ilâhî buyruk olarak mecazi anlamda yorumlanmıştır. Bu sebeple söz konusu fiili "(varlık sahnesine) gelin" şeklinde çevirdik. Nitekim âyetteki duhân kelimesi de bu buyruğun kozmik yaratılışı sağlayan bir buyruk olduğunu göstermektedir. Sözlükte "duman" anlamına gelen duhân kelimesi tefsirlerde "su buharı" olarak yorumlanmıştır (meselâ bk. Şevkânî, IV, 581). Bu yorum yanında bilimsel gelişmeler de dikkate alınarak söz konusu kelimenin hidrojen gazı olarak yorumlanması (Esed, III, 972) bugünkü bilgilere göre isabetli görünmektedir.

Önceki iki âyette yerkürenin yaratılışından ve nimetlerle donatılmasından söz edilmişti. Ancak bu âyetteki, "Ardından ona (semaya) ve arza, 'İsteyerek veya istemeyerek (varlık sahnesine) gelin!' dedi" cümlesi, arzın semadan önce yaratılmadığını göstermektedir. Şu halde 11. âyetin başındaki "sümme" edatı sözlükte "sonra" anlamına gelmekle birlikte –Şevkânî (IV, 582) ve İbnşûr'un da (XXIV, 245) haklı olarak belirttikleri gibi– bu bağlamda zaman yönünden sonralığı değil, semanın yaratılmasının, arzın yaratılmasına göre daha büyük bir önem taşıdığını göstermektedir. Bu yüzden "sümme" kelimesini, "dahası" şeklinde çevirmeyi uygun bulduk. Esasen yerin ve göklerin yaratılması aynı anda olmadığı için ikisine "gelin, buyurdu" cümlesini, her birini yaratmayı murat ettiğinde, "ol, varlığa gel" dedi, onlar da var oldular, şeklinde anlamak gerekir.

"Boyun eğerek geldik dediler" cümlesi, yaratılışın her alanında olduğu gibi göklerin ve yerin yaratılmasında da Allah'ın irade ve kudretinin mutlak sûrette geçerli olduğunu, buyruğunun gerçekleşmemesi diye bir durumun düşünülemeyeceğini ifade eden temsilî bir anlatım olarak da yorumlanmıştır (Şevkânî, IV, 581).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 693-694

12. AYET

"Yedi gök" deyiminin evrendeki birçok kozmik sisteme delâlet ettiği düşünülebilir (Esed, III, 972; bilgi için bk. Bakara 2/29; A'râf 7/54). "Her göğe işlevini ilham etti" cümlesi, kozmik sistemlerin Allah'ın iradesiyle kurulup işlediğine işaret eder. "Biz, yakın semayı kandillerle donattık" anlamındaki cümle ise gök yüzünün, çıplak gözle izlenebilen yıldızlarla bezeli görüntüsünün tasviridir. "İşte bu, her şeye gücü yeten, her şeyi bilen Allah'ın takdiridir" anlamındaki son cümle, kozmik varlıklardaki bu oluş ve düzenin bir tesadüf ürünü olmadığını; kesinlikle her şeye gücü yeten, her şeyi bilen yüce bir yaratıcının takdiriyle yani bilinçli, ölçülü ve amaçlı yaratmasıyla gerçekleşebileceğini dile getirmektedir ("İki gün" hakkında bk. 9. âyetin açıklaması).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 694

13. AYET

Yukarıdaki âyetlerde Kur'an'ın ilk muhatapları olan Mekke müşriklerine, Allah'ın birliğini, bilgisinin ve kudretinin genişliğini kanıtlayan bazı deliller gösterilmişti. Bu bölümdeki âyetlerde ise iki eski Arap topluluğu olup inkâr ve isyanda diretmiş bulunand ve Semûd adlı kavimlerin başına gelenler özetlenerek müşriklerin hâlâ inanmamakta ısrar ettikleri takdirde kendilerinin de benzer şekilde cezalandırılacaklarına işaret edilmektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 696

14. AYET

Metindeki "min beyni eydîhim ve min halfihim" ifadesinin asıl anlamı "önlerinden ve arkalarından" şeklindedir. Tefsirlerde bu ifadeye mümkün mertebede sözlük anlamına yakın yorumlar getirilmeye çalışılmıştır (meselâ bk. Taberî, XXIV, 100-101; İbn Atıyye, V, 8). Ancak biz, Zemahşerî, Râzî, İbnşûr gibi müfessirlerin tercih ettiği deyimsel anlamı dikkate alarak söz konusu ifadeyi,"(ikna etmek için) her yolu deneyerek" şeklinde serbest bir çeviriyle karşılamayı uygun bulduk. Türkçe'de de "Birini ikna etmek için her yolu denedi" anlamında "Sağından girdi, solundan girdi" şeklinde benzer bir deyim kullanılmaktadır.

İnkârcıların, Allah katından gelecek elçinin insanlardan değil, mutlaka meleklerden olması gerektiği şeklindeki itirazları, Mekke müşriklerinin de ileri sürdükleri bir bahane idi (bu itirazın eleştirisi konusunda ayrıntılı bilgi için bk. En'âm 6/8).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 696-697

15-16. AYET

"Haksız yere büyüklük tasladılar" diye çevirdiğimiz 15. âyetteki cümleyi Zemahşerî, "Aslında büyüklenmeye hakları olmadığı halde ülkelerinin halkına karşı büyüklük taslayıp tepeden baktılar" veya "Yönetici olma niteliklerini taşımadıkları halde haksızlıkla ülke yönetimini ellerine geçirip halk üzerinde hakimiyet kurdular" şeklinde açıklamıştır (III, 387). Râzî, bütün güzel özelliklerin "yaratılmışlara iyilik ve yaratıcıya saygı" şeklindeki iki temel ilkeye dayandığını hatırlatarakd kavminin haksız yere büyüklük taslamalarının birinci ilkeyi ihlâl, Allah'ın âyetlerini inatla inkâr etmelerinin de ikinci ilkeyi ihlâl anlamı taşıdığını belirtir (XXVII, 112).

Kur'an, gerek Arap putperestlerinin gerekse eski kavimlerin ilâhî dinlere inanmamalarının temelinde aklî ve fikrî sebeplerden ziyade büyüklük taslama, mevki ve menfaat hırsı gibi duygusal sebeplerin yattığına sık sık vurgu yapar.d kavminin, peygamberleri Hûd'un risâletini reddetmelerinin de aynı psikolojik temele dayandığı görülmektedir (bilgi için bk. A'râf 7/65-72).

d kavminin, "Bizden daha güçlü kim var?" şeklindeki küstahça iddialarına karşı onlara, kendilerini de yaratmış olan Allah'ın sonsuz gücü hatırlatılmaktadır.d kavmi de Allah'ın gücünün sınırsızlığına inanıyordu. Şu halde her şeye gücü yeten Allah'ın kendilerinden daha güçlü topluluklar meydana getirmeye muktedir olduğunu düşünememeleri bir ahmaklık işareti idi. Böylece onların beşerî duyguları akıllarına galip gelmiş ve kendilerini inkâra sürüklemiş; bu da dünyada felâkete uğrayarak yok olmalarına, âhirette de azabı hak etmelerine sebep olmuştur.

16. âyette dünyevî cezanın "alçaltıcı", uhrevî azabın ise "daha da alçaltıcı" olarak nitelenmesi ilgi çekicidir. Aynı niteleme 17. âyette Semûd kavminin uğradığı felâketle ilgili olarak da tekrarlanmaktadır. Buna göre insan onuruna yakışan âkıbet, işlediği kötülükler yüzünden cezaya çarptırılarak rezil ve aşağılık bir duruma düşmek değil, iyilikleri sebebiyle ödüllendirilmektir.

Yıkıcı rüzgârın niteliği olan, "dondurucu" diye çevirdiğimiz sarsar kelimesine, "uğultulu, homurtulu" anlamı da verilmektedir (Râzî, XXVII, 112).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 697-698

17-18. AYET

"Doğru yol" diye çevirdiğimiz hidayet kelimesi 17. âyette körlüğün zıddı olarak kullanılmış olup bu kullanım kelimenin bir tür aydınlanmayla ilgisi olduğunu göstermektedir. Önü aydınlanan yolunu bulur, kör olan veya karanlıkta kalan ise yolunu kaybeder, Kur'an'da genellikle birinci durum için hidayet, ikincisi için dalâlet deyimleri kullanılır. Hidayet Allah'tandır; şu halde ilâhî kaynaklı olan vahyin ışığına yönelip onunla aydınlanan doğru yolu bulur, bu ışıktan kendini uzaklaştıran da yolunu şaşırır ve bir kör gibi nereye bastığını, nereye gittiğini bilemez. Diğer benzerleri gibi Semûd kavmi de, Allah kendilerine Sâlih peygamber vasıtasıyla doğru yolu gösterdiği halde körlüğü, dalâleti hidayete tercih etmişler; böylece yollarını şaşırmışlar ve bu gidiş onları, kendi kazanımlarının sonucu olan alçaltıcı bir yıkıma götürmüş; ilâhî ışığa yönelerek onunla aydınlanan, bu sayede inanan ve kötülüklerden korunanlar ise Allah'ın kurtarıcı yardımına mazhar olmuşlardır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 698

19. AYET

"Allah düşmanları" deyimi, "O'nun buyruklarını reddeden inkârcılar" (İbn Atıyye, V, 10) veya "ilklerinden sonlarına kadar bütün inkârcılar" olarak açıklanmıştır (Zemahşerî, III, 389; Râzî, XXVII, 115). Ancak Taberî, bu deyimin özellikle Kur'an'ın ilk muhatapları olan Mekke putperestleri için kullanıldığına işaret eder (XXIV, 106); İbnşûr da aynı görüşü ısrarla savunur. Ona göre Kureyş müşriklerinin bu şekilde anılmalarının sebebi, Resûlullah'a düşman olmalarıdır. Nitekim Resûlullah'ı ve müslümanları yurtlarından çıkarmaları sebebiyle Allah Teâlâ onlardan "Benim ve sizin düşmanlarınız" (Mümtehine 60/1) diye söz etmiştir (XXIV, 264-265).

"Öncekiler ve sonrakiler"den maksat, tarihin bütün dönemlerinde inkâr ve isyanı iman ve itaate tercih etmiş olanlardır.yette bunların kıyamet günü, cehenneme atılmak üzere bir araya getirilecekleri, böylece inkârda birleştikleri gibi ceza görmekte de birleşecekleri bildirilmektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 700

20-23. AYET

hirette insanların dünyadayken yapıp ettikleri ortaya konduğu sırada, kötülük işlemiş olanların bazı organlarının kendi aleyhlerine şahitlik edeceği başka âyetlerde de bildirilmektedir (Nûr 24/24; Yâsîn 36/65). Süddî, Ferrâ gibi bazı müfessirler, derilerinin onlar aleyhinde tanıklık etmesiyle, vücutlarının cinsel günahları hakkında şahitlik yapacağının kastedildiğini ileri sürmüşlerdir (bk. Taberî, XXIV, 106; Şevkânî, IV, 585).yette şu gerçek anlatılmaktadır:hirette hiç kimseye haksızlık edilmeyecek, yargı sırasında günahkârların bizzat kendi organları da Allah tarafından verilen bir tür ifade kabiliyetiyle veya işledikleri günahların onlarda bıraktığı izler vasıtasıyla suçlarını ortaya koyacaklardır.

Râzî, derinin dokunma duyusuyla ilgili olduğunu hatırlattıktan sonra âyette beş duyudan özellikle işitme, görme ve dokunma ile ilgili duyu organlarına yer verilirken tatma ve koklama duyularından söz edilmemesini özetle şöyle açıklar: Tatma duyusu bazı yönlerden dokunma duyusuyla aynıdır; çünkü tat algılaması dil derisinin tadılan nesneye temasıyla gerçekleşir. Koklama duyusuna gelince bu, insanda yükümlülüklere konu olması bakımından diğer duyular kadar önemli değildir, bununla ilgili buyruklar ve yasaklar bulunmamaktadır (XXVII, 116).

Buhârî ve Müslim'in Sahîh'leri gibi hadis kaynakları, 22. âyetin, müşriklerin Allah hakkındaki telakkilerini ifade eden "... üstelik yaptıklarınızın çoğunu Allah'ın bilmediğini sanıyordunuz" meâlindeki bölümüyle ilgili olarak Abdullah b. Mes'ûd'dan şöyle bir bilgi aktarırlar: "Bir ara Kâbe'nin örtüsüne tutunmuş duruyordum. Biri Benî Sakîf'ten, ikisi Kureyş'ten veya biri Kureyş'ten ikisi Benî Sakîf'ten olan üç kişi geldi. Bunların göbeklerinin eti çok ama akıllarının bilgisi azdı. O güne kadar duymadığım laflar ettiler. Biri dedi ki: 'Ne dersiniz, Allah konuşmamızı işitiyor mudur?' Diğeri, 'Sesimizi yükseltirsek duyar, yükseltmezsek duymaz', üçüncüsü ise 'Bence açıktan konuştuğumuzu duyuyorsa gizli konuşmalarımızı da duyar' dedi. Bu konuşmaları Hz. Peygamber'e anlattım; bunun üzerine 'Vaktiyle siz, ne kulaklarınızın ne gözlerinizin ne de derilerinizin aleyhinizde şahitlik etmesinden sakınıyordunuz; üstelik yaptıklarınızın çoğunu Allah'ın bilmediğini sanıyordunuz. İşte rabbiniz hakkında taşıdığınız bu kanaatiniz sizi mahvetti, sonunda umduklarını kaybedenlerden oldunuz' meâlindeki âyetler indi" (Buhârî, "Tefsîr", 41/2).

Taberî'nin kaydettiğine göre (XXIV, 112) Hasan-ı Basrî, "İşte rabbiniz hakkında taşıdığınız bu kanaatiniz sizi mahvetti, sonunda kaybedenlerden oldunuz" meâlindeki 23. âyeti açıklarken şöyle demiştir: "İnsanların amellerinin değeri Allah hakkındaki kanaatlerine bağlıdır. Mümin, Allah hakkında hüsnü zanda bulunur, bu sayede işini de güzelleştirir. İnkârcı ve münafık ise Allah hakkında sûizanna sahip olduğu için ameli de kötü olur." Aynı âyet dolayısıyla Katâde, Kur'an'da biri "kurtarıcı zan", diğeri "mahvedici zan" olmak üzere iki çeşit zandan söz edildiğini belirtmiştir. Allah'a kavuşacaklarına (Bakara 2/46) ve âhirette hesap vereceklerine (Hâkka 69/20) inananların bu inançları için kullanılan "zan" kavramı kurtarıcı zannın, konumuz olan âyetlerde geçen "zan" da mahvedici zannın örnekleridir.

24. AYET

Farklı kıraat şekillerine göre âyetin son cümlesi, "Allah'ın hoşnutluğunu kazanabilmeleri için kendilerine fırsat verilmesini talep etseler de bunu yapamazlar, bu imkânı elde edemezler" veya "Rablerinin kendilerini bağışlamasını dilemek isterlerse de buna güçleri yetmez" (Zemahşerî, III, 390); "Sevdikleri şeylere tekrar kavuşmaları için Allah'a yalvarsalar da buna lâyık olmadıkları için istekleri kabul edilmez" gibi değişik şekillerde yorumlanmıştır. Son yorumu aktaran Şevkânî âyetten şu anlamı çıkarır: "Allah'ın kendilerinden hoşnut olmasını dilerler fakat dilekleri kabul edilmez; çünkü artık ateşe atılmaları kesinleşmiştir" (IV, 586).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 701-702

25. AYET

Klasik tefsirlerde "arkadaşlar"la, Hz. Peygamber'e ve Kur'an'a inanmamakta ısrar eden müşriklere dünyada musallat olan şeytanların kastedildiği belirtilir. İbnşûr ise bu arkadaşların, insanın ya dışında veya içinde olabileceğini, dışındakilerin "küfür davetçileri ve öncüleri" olan insanlar, içindekilerin ise kişiye vesveseler veren, onu günah ve kötülüklere, haksızlıklara kışkırtan şeytanlar olduğunu ifade eder (XXIV, 274).

"Sonra bunlar, önlerinde bulunanı da arkalarında olanı da onlara şirin gösterdi" diye çevirdiğimiz âyetin ilgili kısmı hakkında yapılan ve müfessirlerin çoğunluğu tarafından benimsenen açıklamaları Şevkânî'den (IV, 588) yararlanarak şöyle özetleyebiliriz: Sözü edilen arkadaşları kendilerine, içinde yaşadıkları dünya işlerini, onun bayağı zevklerini çekici gösterdiler; onları tamamen dünyaya bağlayarak günah ve isyanlara boğulmalarını sağladılar; kezâ dünya hayatının ötesiyle yani âhiretle ilgili olarak da onları aldattılar; yeniden dirilme, âhiret sorgusu, cennet, cehennem gibi geleceğe dair inanç konularını inkâr ettirdiler. İbnşûr ise âyetin aynı bölümünü özetle şöyle açıklar: "Önlerinde bulunan" ifadesi dünya işleriyle ilgilidir ve şu anlama gelir: Kötü arkadaşları onlara putlara tapmak, evlât katli, başkasının malını yemek, el ve dil ile insanlara zarar vermek, kumar oynamak, ahlâksızlık yapmak, zina etmek gibi çirkin işleri şirin gösterdi; onları bu işlere alıştırdı. "Arkalarında olan" ise Allah'ın sıfatları, âhiret halleri gibi duyu sınırlarını aşan, gayb âlemine dahil olan konulardır. Putperestlerin Allah'a ortak koşmaları, ona evlât nisbet etmeleri, gizli yaptıkları işlerin Allah'ın bilgisi dışında kalacağı şeklindeki ahmakça kanaatleri, peygamberler gönderilmesini imkânsız görmeleri, yeniden dirilme ve âhiret sorgusu gibi inanç esaslarını reddetmeleri saptırıcı arkadaşlarının putperestlere şirin gösterdiği tavırlardan bazılarıdır (XXIV, 275).yet, sosyal çevrenin, arkadaşlık ve dostluk ilişkilerinin, inanç ve ahlâk telakkilerinin oluşması ve gelişmesi üzerindeki tesirine de dikkat çekmektedir.

Cin kelimesi Kur'an'da genellikle varlığı kabul edilen, insanlar gibi yükümlülük taşıyan, iyileri ve kötüleri bulunan, duyu ötesindeki ruhanî varlıkları ifade eder. Bunların kötüleri ve putperestler hakkında kesinleştiği bildirilen "hüküm", Peygamber ve Kur'an'ın ikazlarını, irşatlarını ciddiye alacakları yerde onlara karşı mücadele açan ve böylece kendilerine musallat kılınan arkadaşların saptırıcı kışkırtmalarıyla yanlış inançlara ve kötülüklere boğulanların mâruz kalacakları dünyevî ve uhrevî ceza hükmüdür.yette onların bu âkıbetleri "hüsran" olarak değerlendirilmektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 702-703

26. AYET

Hz. Peygamber, âyetler kendisine geldikçe bunları çoğunlukla Kâbe çevresinde yüksek sesle insanlara okur, inanan ve inanmayan herkes onu dinlerdi (İbn Atıyye, V, 13). Râzî'nin de belirttiği gibi (XXVII, 119-120) Araplar, Kur'an'ın mânasının ve sözlerinin mükemmel olduğunu biliyorlardı; onu işiten herkes, lafızlarının güzelliğini farkediyor, anlamlarını kavrıyorlardı; benzersizlik, doğruluk ve tutarlılığına aklıyla hükmediyorlardı. Bu yüzden toplumsal konumlarını kaybedeceklerinden korkan Mekke'nin ileri gelenleri, nüfuzları altındaki insanların âyetleri dinlemelerini önlemek için tedbirler düşündüler. Sonuçta adamlarından, Hz. Peygamber âyetleri okurken yüksek sesle şiirler okuyarak, ıslık çalıp el çırparak, anlamlı anlamsız sözler söyleyerek gürültü çıkarmalarını, yaygara koparmalarını ve böylece Resûlullah'ın sesini bastırarak okuduğu âyetlerin anlaşılmasını önlemelerini istemişlerdir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 704

27-28. AYET

Müşriklerin, âyetleri inkâr etmekle kalmayıp onları etkisiz hale getirmek ve bu suretle insanların Kur'an'ın sesine serbestçe kulak verip ondan yararlanmalarını engellemek için her yola başvurmalarının cezasını ağır bir şekilde ödeyecekleri bildirilmektedir. 27. âyetteki "şiddetli azap", müşriklerin müslümanlar karşısında uğrayacakları yenilgiler, "yaptıklarının en kötüsüne denk ceza" da âhiret azabı olarak yorumlanmıştır (İbn Atıyye, V, 13). Bu son ifade iki şekilde açıklanmıştır:

a) Yaptıklarının en kötüsü Allah'a ortak koşmak olduğu için cezaları da buna uygun ağırlıkta olacaktır; b) Onların bazı iyi işleri de olmakla birlikte iman etmedikleri için âhirette iyilikleri dikkate alınmayacak, kötülüklerine göre yargılanıp ceza göreceklerdir (Şevkânî, IV, 588).

Putperestlerin Allah'ın âyetleri karşısındaki olumsuz tutumları "inatla inkâr etme (cahd)" şeklinde ifade edilmiştir. Râzî bunu şöyle açıklar: Çünkü onlar, Kur'an'ın karşı konulamaz etkisinin farkında oldukları için insanların onu dinlemeleri halinde mutlaka ona inanacaklarından korkuyor; buna karşı önlem olarak da belirtilen çirkin yola başvuruyorlardı. Bu da gösteriyor ki aslında onlar Kur'an'ın mûcize olduğunu biliyor, ancak kıskançlık yüzünden onu inkâr ediyorlardı (XXVII, 120).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 704-705

29. AYET

Kur'an, En'âm sûresinde (6/112) saptırıcı güçler olarak iki tür varlıktan söz ederek bunları "cin ve insan şeytanları" şeklinde anar; Nâs sûresinde (114/4-6), insanların kalplerine vesvese veren (olumsuz veya asılsız duygu, düşünce fitleyen) iki şer kaynağının bulunduğuna dikkat çeker; Mâide (5/30), Yûsuf (12/53) ve Kaf (50/16) sûrelerinde de nefsin saptırıcı etkisine işaret eder. Böylece insan, dıştan kendi türünden olan kötü insanların saptırıcı etkileri, içten de şeytan denilen görülmez güçler ile kendi nefsinin yanıltma ve aldatmaları yüzünden doğru yoldan uzaklaştığı, inkâr ve günah yoluna saptığı için âhirette de yüce Allah'tan âyette belirtilen dilekte bulunacaktır. Bir yoruma göre inkârcıların bu husustaki duasıyla ilgili ifadenin anlamı şöyledir: Ey Rabbimiz! Gerek insanlardan gerekse görülmez varlıklardan olup da dünyada bizi yoldan saptırmış olanları göster bize; onları ayaklarımızın altına alıp öyle tepeleyelim ki bizimkinden daha aşağıdaki cehennem katlarına insinler; cehennemin en alt tabakasındaki en şiddetli azabı boylasınlar (Taberî, XXIV, 114).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 705

30-32. AYET

Yukarıda Kur'an'a karşı inatla mücadelelerini sürdürüp onun sesini boğmak ve etkisini önlemek için tertipler hazırlayan inkârcıların karşılaşacakları ağır cezalardan söz edilmişti; buradan 36. âyete kadar da müminlerin temel nitelikleri ve uhrevî ödülleri özetlenmektedir. İnancını yüreklice dile getirenleri takdirle anan bir ifade tarzının sezildiği 30. âyette, belirttiğimiz niteliklerin en önemlileri olan, hatta bir bakıma onları da kuşatan şu iki nitelik öncelikle zikredilmektedir: a) Allah'ı rab tanımak, b) Dosdoğru çizgide yaşamak. Hz. Peygamber de kendisinden sımsıkı sarılacağı temel ilkenin ne olduğunu soran bir sahâbîye, "Allah'a inandım de ve sonra dosdoğru ol" buyurmuşlardır (Müsned, III, 413; Müslim, "Îmân", 62). Dinî terminolojide yalnızca Allah'ı rab tanımaya "tevhîd-i rubûbiyet" denmektedir. Bu tevhid, insan varlığının en yüksek amacı, bütün yetkinlik şartlarının en önemlisi kabul edilen mârifetullahı da içerir. Mârifetullahın bir ifadesi olan "Rabbim Allah'tır" ikrarı gönüllere her türlü şekten şüpheden uzak bir şekilde işleyince bu ikrar, insanın duygu, düşünce ve eylem dünyasına da yansıyarak onu doğru, iyi ve adaletli çizgiye yöneltir.yette bu yöneliş, "dosdoğru çizgide yaşamak" diye çevirdiğimiz istikamet kavramıyla ifade edilmiştir. Râzî, buradaki istikametin din, tevhid ve bilgiyle (mârifet) veya erdemli işlerle ilgili olduğu yönünde iki farklı görüş bulunduğunu belirtir (XXVII, 121). Ancak bize göre her iki görüş de isabetlidir. Yorumlarında Kur'an'ın ilk muhatapları olan putperest Araplar'ın dinî telakkilerini, psikolojik, sosyal ve siyasal yapılarını ve davranışlarını dikkate almaya özen gösteren Taberî de kelimeyi bu geniş kapsamına göre yorumlamıştır (XXIV, 114).

Müminlerin üzerine meleklerin inmesi ne zaman gerçekleşir? Bu soruya başlıca şu cevaplar verilmiştir: a) Sadec ölüm sırasında; b) Sadece insanlar yeniden diriltilip kabirlerinden çıkartıldıkları sırada; c) Ölüm sırasında, kabirdeyken ve yeniden dirilme sırasında olmak üzere üç defa (Râzî, XXVII, 123; Şevkânî, IV, 589). 25. âyette inkârcılara sapkınlıklarını arttıran kötü dostların musallat edildiği bildirilmişti. Burada ise müminlerin üzerine, onlara müjdeler getiren meleklerin inmesinden söz edilmekte; bu meleklerin, sadece âhirette değil, dünya hayatında da müminlerin dostu oldukları belirtilmektedir. Bundan anlaşıldığına göre bazı melekler, "Rabbimiz Allah'tır" dedikten sonra bu inanç çizgisini sürdüren ve hayatını bu inanca uygun eylemlerle bezeyen insanların iyiliklerini arttırmalarına yardımcı olmakta; bu suretle ilâhî inâyetin melekler vasıtasıyla müminler üzerine inmesi süreklilik kazanmaktadır (benzer görüşler için bk. İbnşûr, XXIV, 286).

Râzî'ye göre 31. âyetteki "canınızın çektiği her şey" ifadesiyle cennetteki maddî nimetler, "umduğunuz her şey" ifadesiyle de mânevî nimetler kastedilmiştir (XXVII, 123). Aynı müfessir, "ikram" diye çevirdiğimiz metindeki "nüzül" kelimesinin özellikle misafire yapılan ikram için kullanıldığını hatırlatarak, bu kelimeden, nasıl ki cömert bir ev sahibi misafirine, sahip olduğu şeylerin en değerli olanlarını ikram ederse Allah Teâlâ'nın da cennetine kabul buyurduğu mümin kullarına en güzel nimetlerini ikram edeceği anlamının çıktığını belirtmektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 706-708,

33. AYET

"Allah'a çağırmak"tan maksat, tevhid inancına ve Allah'a itaate davet etmektir (Şevkânî, IV, 590). Bazı müfessirler, burada özellikle Hz. Peygamber'in övüldüğünü belirtmişlerdir. Övülenin müezzinler olduğu söylenmişse de ezan uygulamasına Medine döneminde geçildiğinden bu görüş isabetli değildir. Hz. Peygamber Allah'a davet eden ve Allah'ın iradesine uygun güzel işler yapan ilk müslüman olduğundan âyetteki övgünün öncelikle onunla ilgili olduğu muhakkaktır; ancak âyetin, Resûlullah'ın yolunu izleyerek aynı niteliklere sahip olan her müslümanı kapsadığını da kabul etmek gerekir.

yet, kendisini İslâmî kimlikle tanıtan kimsenin bu kimliğe yaraşır bir hayat yaşamasının (amel-i sâlih sahibi olmasının), insanları her şeyden önce güzel ahlâk ve örnek davranışlarla İslâm'a kazandırmaya çalışmasının önemine ve gerekliliğine de dikkat çekmektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 708

34-35. AYET

Zemahşerî, kötülüğün en güzel davranışla savılmasını şöyle açıklar: "Biri sana kötülük ettiğinde onu affetmen bir iyiliktir; ama bundan da iyi olanı, onun sana yaptığı kötülüğe iyilikle karşılık vermendir... Eğer bunu yaparsan amansız düşmanın sıcak bir dost haline gelir" (III, 392). Râzî, âyetin bağlamını da dikkate alarak buradaki iyilik ve kötülüğün özellikle şu anlamları içerdiğini belirtir: İyilikten maksat, Resûlullah'ın insanları hak dine davet etmesi, inkârcıların küstahça davranışlarına sabretmesi, intikam peşinde koşmaması, kötülüğe kötülükle karşılık vermemesidir. Kötülükten maksat ise putperestlerin, "Bizi çağırdığın şeylere karşı kalplerimiz kapalıdır" (5. âyet); "Bu Kur'an'a kulak vermeyin, okunurken gürültü çıkarın" (26. âyet) gibi ifadeleriyle sergiledikleri aşağılık davranışlardır.yette bir bakıma şöyle buyurulmuş olmaktadır: "Ey Muhammed! Sana yakışan davranış iyilik, onlara yakışan da kötülüktür. İyilikle kötülük bir olmaz; yani eğer sen iyilik yaparsan dünyada saygınlığı, âhirette de sevabı hak edersin; onlar da (kötülükleri sebebiyle) bunun tersini hak ederler. Şu halde onların kötülüklere yönelmeleri senin iyiliği sürdürmene engel olmamalıdır... Onların barbarca ve câhilce hareketlerini bütün tutumların en güzeliyle savmaya bak; eğer onların kötü huylarına karşı sabrını ısrarla sürdürür, terbiyesizliklerine öfkeyle, verdikleri zararlara eza ve cefa ile karşılık vermezsen bir gün gelir onlar da kendi kötü huylarından dolayı utanır, o çirkin davranışlarını da artık terk ederler" (XXVII, 126-127).

Hz.işe, bir soru dolayısıyla Hz. Peygamber'in ahlâkının Kur'an ahlâkı olduğunu bildirmiştir (Müslim, "Müsâfirîn", 139); Kur'an-ı Kerîm de Resûlullah'ı müslümanlara bir davranış modeli olarak gösterdiğine göre (Ahzâb 33/21) her müslümanın iyiliğe en güzel davranışla karşılık vermek gibi yüksek erdemlerle donanması ahlâkî bir görevdir; buna göre âyet, bütün müslümanlar için bir ahlâk ilkesi koymaktadır. Nitekim 35. âyetin ifade tarzından da bu anlaşılmaktadır. Bu âyette ayrıca kötülüğe iyilikle karşılık vermenin, nefse ağır geldiğine, ama aynı zamanda yüksek bir ahlâkî hedef olduğuna da işaret edilmekte, bu hedefe ulaşmanın birinci şartının da sabır olduğu belirtilmektedir.yetteki "büyük pay sahibi olanlar" anlamına gelen ifade, bu bağlamda sabrın yanında onu destekleyici mahiyetteki ahlâkî erdemlerle bezenmiş olanları ifade etmektedir (İbnşûr, XXIV, 295). İbn Atıyye, "büyük pay" deyimiyle akıl ve erdemin kastedildiğini belirtir; aynı müfessire göre bununla cennet ve uhrevî mükâfat da kastedilmiş olabilir. Bu takdirde âyet uhrevî bir vaad içermektedir (V, 16).

Kötülüğe iyilikle karşılık vermenin düşmanlıkları sıcak dostluklara çevireceği yönündeki açıklama, ahlâk psikolojisi ve toplumsal barış açısından son derece önemli bir gerçeği ortaya koymaktadır. Kuşkusuz insanların bazı kötülüklerini hukukî yaptırımlarla önlemek mümkündür; ancak hiçbir toplumu sadece bu yaptırımlarla uzun süre ayakta tutmanın, hele bu yolla insanlar arasında dostluk ve kaynaşma sağlamanın, kalıcı toplumsal ilişkiler kurmanın mümkün olmadığı hemen bütün siyaset ve hukuk felsefecileri tarafından kabul edilmektedir. Özellikle bireysel özgürlüklerin öne çıkarıldığı yönetimlerde bu özgürlüklerin anarşiye dönüşmemesi için hakkına razı olmak, bağışlamak, yardımlaşmak, sıkıntıları paylaşmak vb. feragat örneği davranışların geliştirilmesine, bunun için de insanların bu yönde eğitilmelerine büyük ihtiyaç vardır. Bu yapıcı davranışların en ileri derecesi, kişinin kendisine yapılan bir kötülüğü cezalandırması mümkün olduğu halde bunu yapmak yerine bağışlama yolunu seçmesi, hatta kötülüğü iyilikle karşılama yüceliğini gösterebilmesidir. İslâm ahlâkında bu erdemin adı hilimdir. Nitekim İbn Atıyye âyetteki kötülüğe iyilikle karşılık vermeyi öğütleyen kısmın, "bütün ahlâk güzelliklerini ve hilim çeşitlerini" kapsadığını belirtir ve selâm verme, öfke duygusunu bastırma, alacak-verecek ilişkilerinde kolaylaştırıcı olma gibi güzel davranışları bu çerçevede değerlendirdikten sonra Abdullah b. Abbas'ın şu sözünü aktarır: "Mümin kişi bu erdemli işleri yaparsa Allah onu şeytanın etkilerinden korur, düşmanının dahi ona saygı duymasını sağlar" (V, 16). Bu açıdan bakıldığında Hz. Peygamber'in feragate dayalı ahlâkî tutumu ile siyasî ve sosyal başarıları arasında kesin bir ilişkinin bulunduğu görülür.

Kur'an-ı Kerîm'in affetme, kötülüğe iyilikle karşılık verme gibi öğütleri bireysel hakların ihlâliyle ilgili olup kamu haklarını kapsamadığı bizzat Hz. Peygamber'in uygulamalarından anlaşılmaktadır (meselâ bk. Buhârî, "Menâkıb", 32; "Hudûd", 10, 12; Müslim, "Hudûd", 8, 9; "Fezâil", 77); daha sonraki müslüman devlet ve hukuk adamlarının görüş ve uygulamaları da bu yönde olmuştur.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 708-710

36. AYET

Buraya kadar insanların, "Rabbimiz Allah" dedikten sonra dosdoğru çizgide yürümeleri, Allah yolunun davetçileri olmaları, güzel ve yararlı işler yapmaları, Allah'a teslim olup müslüman olmayı en yüce değer olarak bilmeleri, kötülüğe iyilikle karşılık vererek aralarında sıcak dostluk ve kardeşlik ilişkileri kurmaları ve bunu başarmak için başta sabır olmak üzere gerekli erdemlerle bezenmeleri, kısaca –İbn Atıyye'nin deyimiyle– "bütün ahlâk güzellikleri ve hilim çeşitleriyle" yani barışçıl duygu, düşünce ve davranışlarla donanmaları ideal bir müslüman olmanın ve sağlıklı bir toplum ilişkisi kurmanın gerekleri olarak ortaya kondu. Ancak bu yol, pürüzsüz, engelsiz değildir; en büyük engel de şeytanın içimize attığı olumsuz duygular, dürtülerdir. Şeytan, insanın içinde kin ve öfke duygularını alevlendirir, intikam arzularını tahrik eder, günah ve isyan eğilimlerini güçlendirir; sonuçta kişiyi Kur'an'ın öğütlediği üstün ahlâktan uzaklaştırmak ister. İşte âyet bu büyük ve tehlikeli engeli aşmanın en güvenli çaresini göstermektedir: Allah'a sığınıp O'nun yardım ve desteğini istemek... Müfessirler, Allah'a sığınma buyruğunun aynı zamanda şeytana boyun eğmeme iradesini ve çabasını da içerdiğini ifade ederler.yette Allah Teâlâ'nın, kendisine sığınanın yardım talebini işittiğine, şeytan tarafından onun içine atılan dürtüleri bildiğine işaret edilmektedir. Allah, –Ankebût sûresinin 69. âyetinde de vaad ettiği üzere– elbette kendisine sığınan kulundan yardımını esirgemeyecek, onun ruhunu bu olumsuz etkilerden arındıracaktır (bu yöndeki açıklamalar için bk. Taberî, XXIV, 120; Şevkânî, IV, 591).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 710-711

37. AYET

Bazı müfessirler bu âyetin muhatabının Sâbiîler olduğu anlamına gelen açıklamalar yapmışlarsa da (meselâ bk. Zemahşerî, III, 392; Râzî, XXVII, 129; İbnşûr, 299-300) bu yaklaşıma katılmak mümkün değildir. Zira Araplar'daki putperestlik inancının gök cisimlerine kutsallık yükleyen telakkilerle yakın ilgisi vardır. Şöyle ki, arkeolojik kaynaklar, İslâm'dan önce Güney Arabistan'da ay, güneş ve Zühre (Aster, Işter) yıldızlarından oluşan üçlü bir tanrı sistemine inanıldığını göstermektedir. Çevre kültürlerde yaygın olan bu tür inançların zamanla İslâm'ın zuhur ettiği Hicaz coğrafyasına da yayıldığı anlaşılmaktadır. Câhiliye dönemi Arapları'nda güneşe tapınmanın başlangıcı milât öncesine kadar uzanır. Güneşle ilişkisi olduğuna inanılan birçok tanrı veya put adı kullanılmaktaydı. Bunlardan Kur'an'da Menât'la birlikte anılan (Necm 53/19) Lât ve Uzzâ, güneşi temsil eden birer tanrıça sayılıyorlardı. Özellikle Güney Arabistan kültünde önemli yeri olan ay tanrısına Ved (Vüd, Ed) adı verilirdi. Semûd ve Lihyân gibi Kuzey Arabistan kitâbelerinde de Ved adına rastlanmakta, kezâ Kur'an'da Câhiliye tanrıları arasında Ved ismi de geçmektedir (Nûh 71/23). Abdüved (Ved'in kulu), Abdüşşems (güneşin kulu) gibi erkek isimlerinin kullanılması, aya ve güneşe tapınmanın Kuzey Arabistan ve Hicaz'da da yaygın olduğunu gösteren başka kanıtlardır (bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı, "Arap [İslâm'dan Önce Araplar'da Din]", DİA, III, 316-321). Bu bilgiler dikkate alındığında Câhiliye döneminde tapılan birçok putun güneş, ay ve diğer bazı gök cisimlerini temsil ettiği ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple konumuz olan âyetin muhataplarını Sâbiîler'le sınırlama çabaları yanında İbnşûr'un, "Kur'an'ın indiği dönemde Araplar arasında güneşe ve aya tapanların bulunduğunu tesbit edemedim" şeklindeki ifadesini (XXIV, 299), doğrudan doğruya bu gök cisimlerine tapınmanın bulunmadığı anlamında düşünmek gerekir.

yette, gece ve gündüzün akışı gibi güneş ve ayın varlığı da ilâhî kudretin birer işareti, kanıtı olduğuna göre bu tür gök cisimlerine tapmak yerine onları yaratan Allah'a tapmanın gerekli olduğu, basit bir aklî çıkarım olarak ortaya konmaktadır. Burada asıl vurgu, tapılmaya lâyık olanın, sadece yüce yaratıcı olduğu, O'nun dışındaki bütün nesneler, olgular yaratılmış olduklarından bunların tapılmaya da değer olmadıkları gerçeğidir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 712-713

38. AYET

Mekke'nin aristokrat kesiminin İslâm'ı reddetmelerinin temel sebeplerinden biri de Hz. Peygamber'e tâbi olmayı ve onun etrafında toplanan sıradan insanlar arasına katılmayı, onlarla birlikte Allah'a secde etmeyi kendilerine yedirememeleri şeklindeki ilkel bir benlik duygusuydu; bunu bizzat kendileri de ifade ederlerdi. İşte âyette bu zihniyete değinilmekte ve Allah'ın, onların secdelerine, ibadetlerine ihtiyacı olmadığı, esasen O'nun bıkıp usanmadan kendisine ibadet eden başka kullarının bulunduğu bildirilmektedir. Tefsirlerde bu kulların melekler olduğu belirtilir.

"Rabbinin katında bulunanlar" ifadesi meleklerin mekân yönünden değil, itibar, değer ve O'na yakın olma çabası içinde bulunma yönünden Allah'a yakınlıklarını gösterir. Râzî, bu ifadeye göre meleklerin insanlardan daha üstün olduğunu belirtir (XXVII, 129). Melek olsun insan olsun, Allah katında yücelik ve değer kazanmış varlıklar bile O'na secde ederlerken daha aşağı derecede bulunanların secde etmeyi benliklerine yedirememeleri büyük bir kusurdur, idraksizliktir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 713-714

39. AYET

Müşrik Araplar'ın İslâm karşısındaki temel bir tutumları da herkesin bu dünyada benimsediği inanç ve davranışlarının hesabını vereceği âhiret hayatını, dolayısıyla yeniden dirilmeyi inkâr etmeleriydi.yette kuru toprağa can veren gücün insanı yeniden diriltmeye de muktedir olduğu hatırlatılmaktadır. Ancak, âyette Allah'ın ölüleri dirilten gücü mutlak ifade edildiğinden, burada sadece insanların öldükten sonra diriltilmesi kastedilmeyip bunun yanında mutlak olarak canlılık, sağlık, zindelik, verimlilik, üretkenlik, zihin açıklığı, kalp aydınlığı gibi her türlü olumlu yetenek ve aktiviteleri verenin Allah olduğuna işaret edildiği de düşünülebilir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 714

40. AYET

"Gerçekten sapma" olarak çevirdiğimiz âyet metnindeki ilhâd kavramı, sözlükte "sapma, ayrılıp uzaklaşma" anlamına gelir. Buradaki mânasıyla ilgili olarak şu açıklamalar getirilmiştir: Kur'an'a imandan sapmak; Kur'an tilâveti sırasında ıslık çalarak, el çırparak, şarkı söyleyip kuru gürültü yaparak Kur'an'ın sesini boğmak suretiyle haksızlığa sapmak, âyetler hakkında yalan dolan sözler sarfetmek, inatçılık ve zorbalık yapmak, şirke sapmak (İbn Atıyye, V, 19; Şevkânî, IV, 593); doğruluktan sapmak, kozmolojik deliller ortaya koyan âyetlerin ifade ettiği gerçeklerden yüz çevirmek (İbnşûr, XXIV, 304).yetteki ilhâd kavramının bütün bu olumsuz davranışları kapsadığı, dolayısıyla inkârcıların Kur'an ve İslâm konusunda gerçeği saptırmayı amaçlayan, haksızlık ve şiddete dayanan inatçı tutumlarını ifade ettiği düşünülebilir.yet, bu tutumları sergileyenlerin Allah tarafından çok iyi bilindiği uyarısında bulunmakta; bu tavırları yüzünden ateşe atılmayı hak edenlerle dürüstlüğü ve hakikati ilke edinenlerin eşit değerde olmadıklarını, uhrevî âkıbetlerinin de aynı olmayacağını, birincilerin ateşte, ikincilerin güvenlik yurdu olan cennette olacaklarını haber vermektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 714

41-42. AYET

Vahyin temel amacı insanlara inanç ve yaşayış konularında doğruyu ve yanlışı, faydalıyı ve zararlıyı göstererek onları aydınlatmak olduğu için âyette Kur'an-ı Kerîm "uyarıcı kitap" (zikir) diye anılmıştır. Bu kullanımı sebebiyle Kur'an'ın isimlerinden biri olarak gösterilen zikir kelimesi, "değerli hâtıra" anlamına da gelir. Kur'an, ona inanan ve yolundan giden ilk neslin dilleri, inançları, erdemli yaşayışları ve mücadeleleriyle saygın bir topluluk olarak daima yâdedilmelerine vesile olacağı için bu isimle anılmıştır. "Çok değerli" diye çevirdiğimiz âyet metnindeki azîz kelimesi "güçlü" anlamına da gelir. Esasen Kur'an'ın değerli oluşu, Allah kelâmı olup O'nun katından gelmesinden, ayrıca 42. âyette de belirtildiği gibi kesinlikle asılsız ve faydasız bir unsur içermemesinden, yani baştan sona gerçeği ihtiva etmesinden; nihayet bu nitelikleri sayesinde onun özüne ve mesajına aykırı bütün inanç ve ideolojilere karşı galip çıkmasından ileri gelir. Bu böyledir, çünkü Kur'an, "hikmet sahibi, övgüye lâyık olan Allah katından indirilmiştir"; hikmet sahibi olandan da ancak hikmete uygun olan, yani mutlak doğru ve mutlak yararlı olan sözler iner.

"Ne başlangıcında ne de sonrasında ona asılsız bir şey girebilir" cümlesi genellikle, Hz. Peygamber ve Kur'an'ı ona indiren Cebrâil de dahil olmak üzere hiç kimsenin onda herhangi bir eksiklik veya fazlalık meydana getiremeyeceği anlamına gelecek ifadelerle yorumlanmıştır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 717

43. AYET

Mekke putperestleri, bir kısmına bu sûrede değinilen bazı haksız isnat ve suçlamalarla, alay ve tehditlerle Hz. Peygamber'i üzüyorlardı.yette bu tür haksızlıklara, barbarca davranışlara önceki peygamberlerin de mâruz kaldığı haber verilerek Resûlullah teselli edilmekte, dolayısıyla geçmiş peygamberler gibi onun da sabırlı olması gerektiği hatırlatılmakta; yüce Allah'ın ona ve onunla birlikte inananlara mağfiretiyle, inkârcı ve haksız davranışlarıyla onları incitenlere de şiddetli azabıyla karşılık vereceği bildirilmektedir.yet, benzer tutumlara mâruz kalan her dönemdeki müslümanları da böyle durumlarda insanlığın önderleri olan peygamberlerin takındıkları ortak tutum konusunda aydınlatmakta; dolayısıyla peygamberleri onlara ideal örnekler olarak göstermekte, ayrıca onlara da hem teselli hem de ümit ve moral aşılamaktadır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 717

44. AYET

Kur'an-ı Kerîm'in ilk muhatapları Araplar olduğu için onun Arap diliyle indirilmesi de doğaldır. Eğer başka bir dilde indirilseydi âyette belirtilen itirazı öne sürenler haklı olacaklardı. Bu âyet, Kur'an'ın Arap olmayan toplumlar tarafından anlaşılıp gereğinin yerine getirilebilmesi için o toplumların dillerine çevrilmesi gerektiğine de işaret etmektedir. Ancak bu çeviriler, Kur'an'ın anlam ve içeriğini yansıtması bakımından elbette değerli olmakla birlikte, "Allah'ın muradını eksiksiz kuşatan ve anlatan, dolayısıyla ilâhî kelâm olarak özel değer taşıyan asıl kutsal kitap" anlamında Kur'an, orijinal Arapça metinden ibarettir; çeviriler ise bu metni okuyanın, yetenekleri ölçüsünde ondan anlayabildiği, anladıklarını kendi kelimeleriyle ifade ettiği beşerî eserlerdir (Kur'an'ın Arapça indirilmesinin gerekçeleri hakkında ayrıca bk. Zümer 39/28). Sonuç itibariyle Kur'an, mânalarının anlaşılması ve hükümlerinin yerine getirilmesi için indirilmiştir; Arapça bilenler orijinal metninden, bilmeyenler çeviri ve tefsirlerinden yararlanarak onun içeriği hakkında bilgi edinebilirler. Ancak âyet, Kur'an'ın rehberliğinden, ruhlara şifa verici anlamlarından yararlanmanın bir iman konusu olduğuna; Kur'an'ın ilkelerini ve hedeflerini kendi sosyal, ekonomik, siyasal vb. konumlarına ve hedeflerine engel gören, bu nedenle Kur'an'a ön yargılı bakan inkârcıların, onun gerçek anlamını ve yol göstericiliğini de kavrayamayacaklarına dikkat çekmektedir. "Kur'an onlara kapalıdır"; çünkü amaçları Kur'an'ı anlamak değil, 26. âyette anılan davranışlarıyla da ortaya koydukları gibi onu etkisiz kılmaktır.yetin, "(sanki) onlara uzaktan sesleniliyor" anlamındaki son cümlesi, bu tutumlarıyla onların Kur'an'ın ruhuna ve anlamına ne kadar uzak olduklarına işaret etmektedir.

Râzî'ye göre (XXVII, 133-134) Kur'an'a inanmamakta haklı olduklarını göstermek için türlü bahaneler arayan, gerekçeler icat etmeye çalışan putperestlerin, sûrenin başında geçen "Bizi çağırdığın şeylere karşı kalplerimizin (akıllarımızın) üzerinde örtüler, kulaklarımızda da bir sağırlık var; seninle bizim aramızda bir perde bulunmaktadır" meâlindeki sözlerine bu sûre bütünüyle bir cevap oluşturmaktadır. Nitekim daha sûrenin başında Kur'an-ı Kerîm'in başlıca özellikleri anlatılırken, "Bilen bir topluluk için âyetleri apaçık anlaşılır hale getirilmiş Arapça okunan bir kitaptır" buyurulmuştu. 44. âyette de Kur'an'a karşı itirazlar üretmeye çalışanlara şu cevap verilmektedir: Eğer Kur'an Arapça'dan başka bir dilde inseydi, doğal olarak onu anlayamayacağınız için anılan sözlerinizde haklı olabilirdiniz; ama Kur'an kendi dilinizde indiğine göre artık onu anlamadığınızı ileri sürmeniz bir yalandan ibarettir.

Râzî, âyet metnindeki "hüdâ" kelimesini, Kur'an'ın bütün iyiliklere rehber ve bütün mutluluklara vesile olmasıyla; "şifâ" kelimesini ise Kur'an'ın rehberliğinden yararlanıp hidayete ulaşan insanın inkâr ve cehâlet hastalıklarından kurtulmasıyla izah eder (XXVII, 134).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 718-719

45. AYET

Allah'ın kitabı hakkında insanların ihtilâfa düşmelerinin, bazıları ona içtenlikle inanırken bazılarının onu susturmaya çalışmalarının yeni olmadığı gerçeği, Hz. Mûsâ'ya indirilen kitap (Tevrat) örneğiyle hatırlatılmaktadır.yete göre Allah Teâlâ inkârcıları hak ettikleri cezaya hemen çarptırmıyorsa bunun sebebi, O'nun, inkâr ve isyana sapan insanlara, isterlerse dönüş yapıp doğru yola yönelmelerini mümkün kılacak şekilde fırsat tanıyan hükmü ve yasasıdır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 719

46. AYET

Başta Kur'an'ın ilk muhatapları olmak üzere bütün insanlığa Allah'ın evrensel bir yasası hatırlatılmaktadır. "Doğru ve yararlı iş" diye çevirdiğimiz metindeki sâlih kelimesi, Allah'ın varlığına ve birliğine inanıp O'nun hükümlerine göre yaşamak; mümkün olduğunca çok sayıda insana, hatta diğer canlılara ve doğaya yararlı olabilecek şeyler yapmak; meşrû ölçüler çerçevesinde herkesle barış ve uzlaşma içinde olma çabası göstermek gibi yapıcı davranışları içine alan geniş kapsamlı bir kavramdır.yete göre bu şekilde doğru ve yararlı işler yapan bir kimse, –bu dünyanın bazı ârızî şartları yüzünden hak ettiği iyiliği elde edemese, hatta iyilik ettiği halde sıkıntı çekse bile– nihaî planda asla haksızlığa uğratılmayacak, iyiliklerinin karşılığını bulacak; aynı şekilde kötülük işleyenler de cezalarını çekeceklerdir. "Senin rabbin kullarına asla haksızlık etmez" ifadesi, bir bakıma bu hususta ilâhî bir teminat anlamı taşımaktadır.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 719

47-48. AYET

Herkesin, iyilik veya kötülük olarak yapıp ettiklerinin karşılığını bulacağı, böylece ilâhî adaletin eksiksiz gerçekleşeceği zaman ve yer, kıyametle başlayan öteki dünyadır. Müminler, bu imanın verdiği sorumluluk bilinciyle yaşadıkları için olabildiğince "doğru ve yararlı işler" yapmaya, kötülükten uzak durmaya çalışırlar.

"Kıyametin zamanını bilmek sadece Allah'a havale edilir" ifadesi, müminlerin, bu konudaki bilginin yalnızca Allah'a mahsus olduğuna inandıkları, gerçeği bu şekilde dile getirdikleri anlamına gelir.

Eski tefsirlerde 47. âyetin ilgili kısmı, kıyamet saatinin bilgisi gibi, bitkilerin ürün vermesiyle dişilerin hamilelik ve doğum yapma zamanına, ceninin cinsiyetine (Zemahşerî, III, 394) dair bilgilerin de sadece Allah'a mahsus olduğu şeklinde yorumlanmıştır (meselâ bk. Râzî, XXVII, 136; İbnşûr, XXV, 6); Süleyman Ateş'in de, "Allah'tan başka hiçbir varlık böyle gizli şeylere vâkıf değildir" diyerek aynı yorumu benimsediği görülmektedir (VIII, 146). Oysa âyette kıyamet saatinin bilgisi sadece Allah'a tahsis edilirken, meyvelerin ürün vermesi, dişinin gebe kalması ve doğurması örneklerinde böyle bir tahsis yapılmayıp Allah'ın onları da bildiği belirtilmiş, O'ndan başkasının bilemeyeceği anlamına gelebilecek bir ifade kullanılmamıştır. Buna göre, kıyametin vaktini sadece Allah bilir; ürün verme, gebe kalma ve doğurma zamanlarını, ceninin cinsiyetini ise insanlar da bilebilir. Nitekim günümüz teknik imkânlarıyla bu bilgilere kolaylıkla ulaşılmaktadır. Ancak insanların önceden bilgi edinebildiği şeylerin vakti geldiğinde mutlaka gerçekleşeceği de düşünülmemelidir: Zira bizim önceden kestiremeyeceğimiz bazı engeller yüzünden beklediğimiz olaylar umduğumuz gibi gerçekleşmeyebilir; âyetteki örneklerle ekinler, meyveler ürün vermeyebilir, dişiler hamile kalmayabilir veya düşük yapabilirler. Ama Allah'ın bilgisi asla şaşmaz; çünkü O, olabilecek bütün ihtimalleri de önceden bilir ve bildiği her şey bilgisine uygun olarak mutlaka gerçekleşir. Bu sebeple âyette Allah'ın yaratmasıyla ilmi arasındaki ilişkiye de dikkat çekilmektedir (ayrıca bk. Lokmân 31/34).

"İçimizde buna şahitlik edecek hiç kimse yoktur" diye çevirdiğimiz cümle, "Vaktiyle taptığımız o şeyleri şu anda hiçbirimiz göremiyoruz" veya "Artık aramızda onların tanrı olduğuna şahitlik eden, böyle bir inanç taşıyan hiç kimse yoktur" şeklinde yorumlanmaktadır. 48. âyetteki ifade, ilk yorumun daha isabetli olduğu kanaatini vermektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 719-720

49-51. AYET

"İyi" diye çevirdiğimiz metindeki hayır kelimesi, bu bağlamda özellikle zenginlik, sağlık, mevki, itibar, güç gibi dünyevî imkân ve menfaatleri ifade ettiği için kelimeyi bu bağlamda "çıkarına uygun şeyler" diye anlamak uygun olur.

Burada aslında Mekke putperestlerinin karakter yapısına dair bilgi verilmekle birlikte, daha genel olarak sağlıklı bir din ve ahlâk eğitiminden geçmemiş, ruhsal yetkinlik kazanmamış pek çok insanı da kuşatan bir karakter tipi tanıtılmaktadır. 49. âyette ilâhî vahyin terbiyesinden geçip gönül zenginliğine ulaşamamış, ruhsal arınmasını gerçekleştirememiş insanın dünyevî menfaatler konusundaki açgözlülüğü; ayrıca böyle birinin, yine ruhî gelişmemişlik ve mânevî yoksulluk nedeniyle hayatın mihnetleriyle, belâ ve sıkıntılarıyla karşılaştığında sergilediği dayanıksızlık, ümitsizlik ve karamsarlık dile getirilmektedir.

Bir sıkıntıdan sonra nimet ve bolluğa, rahatlığa kavuştuğunda bunu Allah'ın lutfu bilerek O'na şükran ve minnet duygularını arzetmek yerine, "Bu benim hakkımdır; bunu hak ederek kazandım; buna lâyık bir adam olduğum için Allah lutfetti" gibi sözler söylemek veya bu anlama gelebilecek küstahça bir tavır takınmak, 51. âyetteki ifadesiyle "arkasını dönüp uzaklaşmak" da açıkça Mekke putperestlerinin "cehâlet ve sefâhet" olarak anılan barbarlık zihniyetiyle örtüşen bir iman ve ahlâk yoksulluğu, hamlık ve cehâlet alâmeti, ahmakça bir kendini beğenmişlik ve kendine güven işaretidir. Kezâ bu tiplerin, "Rabbime varacak olsam bile O'nun huzurunda benim için güzel şeyler bulunduğundan eminim" şeklindeki ifadeleri de aynı zihniyet ve karakter yapısının dışa yansıması olan bir sorumsuzluk, ciddiyetsizlik ve küstahlık örneğidir. Bu âyetlerden çıkardığımız derse göre iman ve ahlâkta kemale ermiş olan kişi ise, tam aksine, Allah karşısında kulluğunun bilincinde olur; nimeti O'ndan bilir, sahip olduğunda şükreder, kaybettiğinde sabreder; yoklukta olduğu gibi varlıkta da Allah'a kulluğunu ve niyazını sürdürür; nihayet âhiret konusunda tam bir sorumluluk kaygısı duyar, buna göre yaşar, buna göre konuşur.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 722-723

52. AYET

Müfessirlerin ağırlıklı tercihini benimseyerek "bu (Kur'an)" diye çevirdiğimiz zamirle dinin (şer') kastedildiği de söylenmiştir (İbn Atıyye, V, 23). "Kesin bir çatışma içine düşen"den maksat, Kur'an karşısında kalplerinin kapalı, kulaklarının tıkalı olduğunu söyleyen (5. âyet), âyetler okunurken insanları gürültü çıkarmaya çağıran (26. âyet) ve böylece Kur'an'ın sesini boğmayı amaçlayan muannit inkârcılardır. Kur'an'ın Allah katından geldiği gerçeğinin, "Hiç düşündünüz mü?" diyerek başlayan soru cümlesiyle ortaya konması, putperestlerin olumsuz yargılarının ve tutumlarının bilgi ve kanıta dayanmadığını göstermektedir. Onların, bu şekilde düşünüp taşınmadan, kanıtsız ve gerekçesiz olarak Kur'an mesajına karşı tavır koymaları âyette "çatışma" ve sapkınlığın en aşırı derecesi olarak değerlendirilmiştir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 723

53. AYET

Allah, Kur'an'ın gelmeye başlamasından sonraki zaman diliminde öyle olaylar gerçekleştirecek ki Kur'an muhalifleri bunları gördükten, duyduktan sonra artık onun gerçekten Allah katından indirilmiş Hak kelâmı olduğunu tereddütsüz anlayacaklardır. "Çevre" diye çevirdiğimiz metindeki âfâk kelimesine ve "kendileri" diye çevirdiğimiz enfüsihim (nefisleri) ifadesine verilen farklı anlamlara göre âyet iki şekilde yorumlanmıştır:

a) Eski müfessirlerin, bazı önemsiz farklılıklarla, yaygın olarak benimsedikleri yoruma göre "âfâk", Mekke dışındaki çeşitli yöreler, bölgeler (nevâhî), "nefisleri" de putperestlerin yaşadığı Mekke kentidir. Buna göre âyette vakti geldiğinde gerek müşriklerin yaşadığı Mekke'nin gerekse Mekke çevresindeki diğer yörelerin, hatta dünyanın birçok bölgesinin Hz. Muhammed ve daha sonraki müslüman liderler tarafından fethedileceği; böylece putperestlerin asılsız olduğunu ileri sürdükleri Kur'an mesajının, İslâm dininin cihana yayılacağı müjdelenmektedir. Nitekim daha Hz. Peygamber zamanında Mekke fethedildiği gibi Arap yarımadasının tamamına yakını da İslâm hâkimiyetine girmiş; böylece hayatta olan birçok Mekkeli bu müjdenin gerçekleştiğini görmüştür.

b) Diğer bir yoruma göre "âfâk"tan maksat yıldızları, ayı ve güneşiyle semanın uçsuz bucaksız köşeleri (kozmik evren), astronomik, meteorolojik, biyolojik vb. olaylar, yasalar; "kendileri"nden maksat da en ince sanatların ve yaratılış hikmetlerinin örneği olan insanın biyolojik ve ruhsal dünyasıdır; kısacası "dış dünyadaki kanıtlar", kozmolojik evrenin sırları, "kendilerinde bulunan kanıtlar" ise insanın biyolojik, psikolojik, parapsikolojik yapısındaki sırlardır.yette ileride insanoğluna bu sırların gösterileceği, yani insanlığın bu konularda keşifler yapacağı bildirilmektedir (bu iki farklı yorum için bk. Taberî, XXV, 4-5; Râzî, XXVII, 139; Şevkânî, IV, 598).

Eski müfessirlerin çoğu ikinci yoruma katılmamışlardır. Çünkü onlara göre âyet, henüz bilinmeyen bazı şeylerin ileride bilineceğini haber vermektedir; halbuki bu âyetin indiği dönemde insanlar bakışlarını semaya çevirdiklerinde oradakileri zaten görüyor, biliyorlardı. Ancak, Râzî'nin de önemle belirttiği gibi (XXVII, 139) bu gerekçe zayıftır; zira o dönemin insanları gerek kozmik evrendeki gerekse insanın biyolojik ve psikolojik varlığındaki sayısız harikalardan habersizdi; "Yüce Allah insanlara bu harikaları zaman içinde adım adım keşfettirmektedir." Şu halde âyette Allah Teâlâ, zaman içinde insanlara hem kendi varlık yapıları hakkında hem de dış dünyada yaratıcı kudretinin eserleri olan nice kanıtlarını göstereceğini haber vermektedir ki bu da o döneme göre ileride gerçekleşecek olan bilimsel keşiflerden başka bir şey değildir. Yine Râzî'ye göre âyette Allah'ın zamanla göstereceği bildirilen kanıtları fetihler olarak anlamak isabetli görünmemektedir. Nitekim tarih bize göstermektedir ki, müslümanlar bazı ülkeleri fethettikleri gibi gayri müslimler de İslâm ülkelerini ele geçirebilmektedir. Kuşkusuz Mekke'nin fethedileceğine dair bazı müjdeler varsa da bu âyet fetihle ilgili değildir. Bize göre "kanıtlar" hem ilk muhataplara hem de sonradan gelenlere –her dönemdekilerin idrak kapasitelerine uygun düzeyde– gösterilmiştir ve gösterilmeye devam edecektir.

Son cümlesinden de anlaşılacağı üzere bu âyette, Mekke putperestleriyle onların tutumlarını tekrar edenler, Allah'ın kitabına ve peygamberine karşı inatla ve cahilce sürdürdükleri inkâr ve isyandan vazgeçmeye; böylesine üstün kudrete sahip olan Allah'ın, kulları arasından seçtiği bir peygambere kitap göndermeye de muktedir olduğunu kabul edip o kitabın hükümlerine uymaya ve o peygamberin yolundan gitmeye davet edilmekte; her şeye şahit olan Allah'ın onların hâlâ sürdürdükleri haksız ve yanlış tutumlarını da çok iyi bildiği uyarısında bulunulmaktadır.

yetin son cümlesi, putperestler kabul etmese bile her şeye şahit olan Allah'ın, Hz. Muhammed'in doğruluğuna tanıklık etmesinin yeterli olduğu, dolayısıyla düşmanlarının tutumları sebebiyle onun üzülmemesi gerektiği şeklinde de yorumlanmıştır (Şevkânî, IV, 598; İbnşûr, XXV, 20).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 723-725

54. AYET

Putperestlerin, bu sûrede özetlenen olumsuz tutumları genellikle âhiret hayatına inanmamalarından ileri geliyordu; zira bu inançsızlık onlarda yaptıklarından dolayı hesap verme durumunda kalmayacakları kanaatini uyandırıyor; bu da onlara güçlerinin yettiği her türlü haksızlığı yapma cesaretini veriyordu. Son cümlede kesinlik bildiren bir üslûpla Allah'ın ilmiyle her şeyi kuşattığı, dolayısıyla inkârcıların bu haksız tutumlarından da haberdar olduğu hatırlatılarak, onların zannettiklerinin aksine bir gün bunun hesabını mutlaka vereceklerine işaret edilmektedir.

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 725

Osman Demir
Haberler.com - Gündem

Mekke Dini Gündem Haberler

Cumhurbaşkanı Erdoğan, eski İYİ Parti Genel Başkanı Akşener'i kabul etti

Cumhurbaşkanı Erdoğan, eski İYİ Parti Genel Başkanı Akşener'i kabul etti

Cumhurbaşkanı Erdoğan'dan Hakkari Belediyesi'ne kayyuma ilk yorum: Hukuk gereğini yaptı

Cumhurbaşkanı Erdoğan'dan Hakkari Belediyesi'ne kayyuma ilk yorum: Hukuk gereğini yaptı

Atama bekleyen genç öğretmen, iş görüşmesinde teklif edilen ücrete isyan etti

Atama bekleyen genç öğretmen, iş görüşmesinde teklif edilen ücrete isyan etti

Beşiktaş'ın yeni teknik direktörü Giovanni van Bronckhorst oldu

Beşiktaş'ın yeni teknik direktörü Giovanni van Bronckhorst oldu

500
Yazılan yorumlar hiçbir şekilde Haberler.com’un görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır. Yorumlar, yazan kişiyi bağlayıcı niteliktedir.
title