ABD-Çin ilişkileri: 'İki süper güç, aynı hat üzerinde giden iki trene benziyor'
Son 15 yılda ABD ile Çin arasındaki ekonomik, mali, askeri, teknolojik denge Çin lehine hızla değişti, değişmeye de devam ediyor.
Son 15 yılda ABD ile Çin arasındaki ekonomik, mali, askeri, teknolojik denge Çin lehine hızla değişti. Çin ile ABD arasında gelecekte nasıl bir ilişkiye tanıklık edeceğimiz henüz belirsizliğini koruyor. Buna, bu iki süper gücün birbirleriyle ilgili korkularını yönetebilme becerileri karar verecek.
ABD ve Çin aynı hatta giden iki süper trene benziyor.
Ya aynı yönde, aralarındaki mesafeyi yöneterek, örneğin iklim krizi, Covid-19 ve gelecekte patlak verecek salgınları, ticari teknolojik rekabetten kaynaklanacak sorunları birlikte çözmeye çalışarak ilerleyecekler, ya da ters yönde birbirlerine doğru…
Dengeler değişti
Geride bıraktığımız 15 yıl boyunca ABD ile Çin arasındaki ekonomik ve siyasi dengelerin değişimi hızlandı, Çin'in uluslararası alanda ekonomik ve siyasi ağırlığı arttı.
Örneğin, Satın Alma Gücü Paritesi ile ölçüldüğünde Çin artık dünyanın en büyük ekonomisidir; piyasa fiyatlarında ölçüldüğünde de gelecek on yıl içinde ABD'yi geçerek birinci sıraya oturma olasılığı hızla artıyor. ABD ekonomisinin 2020 yılının son üç aylık döneminde % 4.2 büyürken yıllık % 3.5 oranında gerilemesi, buna karşılık Çin ekonomisinin son üç aylık dönemde %6.8 ve yıllık %2.3 oranında büyümeye devam etmesi iki ekonomi arasındaki farkı sergiliyor.
Çin'in Dünya ekonomisi içinde ABD karşısında göreli ağırlığının artmakta olduğunu gösteren başka gelişmeler de var: Çin dünya ticareti içindeki payını 2000'li yılların başından bu yana belirgin biçimde arttırarak birinci sıraya oturdu. Çin'in toplam küresel ihracat içindeki payı 2003 yılında % 5.9'dan 2019'da % 13.2'ye çıkarken ABD'nin payı aynı yıllarda %9.8'den % 8.5'e geriledi.
Bir ülkenin ithalat hacmi onun piyasalarının diğer ülkeler açısından kazandığı önemi gösterir. Bu açıdan bakınca, 2004-2019 yılları arasında ABD'nin toplam ithalatı %71 artarak 1.5 Triyon dolardan 2.65 triyon dolara yükselirken, Çin'in ithalatı % 257 artarak 561 miyar dolardan 2 trilyon dolara yükselmiş.
ABD'nin ve Çin'in perakende piyasalarının hacmi 2009 yılında sırasıyla, 4 triyon dolar ve 1.8 trilyon dolar seviyesindeymiş. 2020 yılına gelindiğinde bu sayılar Çin lehine 5.5 ve 4 trilyon dolar olarak değişmiş.
Kısacası Çin pazarının gerek bölge ülkeleri gerekse de genel olarak dünya ekonomisi açısından önemi hızla artarak ABD'yi yakalamış.
Dünya ticareti içindeki ağırlığına paralel Çin'in kredi veren bir ülke olarak da önemi son 20 yılda hızla arttı. Harvard Business Review'da yayımlanan bir araştırma, Çin'in 150'den fazla ülkeye verdiği kredilerin toplam 1.8 trilyon dolarla dünya hasılasının %5'i gibi çok çarpıcı bir düzeye yükseldiğine işaret ediyordu.
Dahası, Covid-19 krizi dünya ekonomisinin merkezlerinde özellikle ABD ve Avrupa'yı derin bir durgunluğa iterken, Çin pandemiyi hızla denetim altına aldı, etkin bir aşı üretti, sağlık malzemeleri piyasasında egemen konuma yükseldi, bu arada Covid-19 kriziyle çok zor duruma düşen 77 düşük gelirli ülkenin borçlarını erteledi ve ekonomik büyüme sürecine herkesten önce geri döndü.
Diğer taraftan, ülkelerin dünya ekonomisi içindeki ağırlığını şirketlerinin performansına bakarak da izlemek olanaklı. Bu bağlamda Fortune Global (en büyük) 500 şirket listesi bize bir fikir verebilir. Fortune Global 500 listesinde, gelirleri açısından ölçüldüğünde, 2008 yılında yalnızca 1.1 trilyon dolarla ve toplam içinde %5 payla 29 Çin şirketi vardı. 2020 yılına gelindiğinde, karşımıza, toplam 8.3 trilyon dolar gelirle, toplam içinde payı %25'e ulaşan 129 Çin şirketi çıkıyor.
Çin'in bu ekonomik gelişme trendi, bilgisayar, uzay çalışmaları, Yapay Zeka gibi stratejik teknolojik gelişmelere, özellikle de savunma harcamalarına yansıma hızı da ABD yönetimini kaygılandırıyor: 2000-2019 döneminde ABD'nin savunma harcamaları (2018 fiyatlarıyla) yaklaşık % 53 oranında artarak 470.5 milyar dolardan 718 milyar dolara yükselirken aynı önemde Çin'in savunma harcamaları, % 400 dolayında artarak, 52 milyar dolardan, 266 milyar dolarına yükselmiş.
Özetle, ABD ile Çin arasındaki ekonomik, mali, askeri, teknolojik denge Çin lehine hızla değişti, değişmeye de devam ediyor.
Ji küreselleşmenin geleceğine kaygıyla bakıyor
Çin devlet başkanı Ji'nin Dünya Ekonomik Forumu Davos toplantısında 2017 yılında yaptığı konuşmadan bugüne, "köprülerin altından çok su akmış". O zamanki ABD yönetiminin "küreselleşme karşıtı", "önce ABD" diyen, uluslararası anlaşmalardan ve kurumlardan çıkmaya başlayan yönetiminin aksine, Ji küreselleşmeyi, çok yönlü (mültilateral) diplomasiyi serbest ticareti ve uluslararası işbirliğini savunuyor, küreselleşmenin "bir tarihsel trend" olduğunu vurgulayarak bir anlamda, 1990'larda ABD'de Clinton yönetiminin yaklaşımını anımsatacak biçimde, "tarihin evriminin doğal bir aşaması" olduğuna, kaçınılmaz ve uyum sağlanacak bir duruma işaret ediyordu. Ji'nin konuşması o zaman Davos çevresinde, geleceğe ve işbirliği olasılıklarına ilişkin büyük bir iyimserlik kaynağı olmuştu.
Ji'nin bu yıl sanal ortamda yapılan toplantıdaki konuşması farklıydı. ABD yönetiminin yaklaşık 10-12 yılda kat ettiği yolu, Ji'nin dört yılda aştığı küreselleşmenin geleceğine umut yerine kaygıyla bakmaya başladığı anlaşılıyordu.
Ji konuşmasında, hala dünya ekonomisinde açıklığı-serbestliği, çok taraflı ticaret rejimini, ticaret yatırım piyasalarında, teknoloji transferlerinde engellerin kaldırılmasını savunuyordu. Uluslararası alanda da işbirliği talep ediyor, Dünya Ticaret Örgütü ve Dünya Sağlık Örgütü'nün güçlendirilmesini, Paris İklim Anlaşması bağlamında, işbirliğini savunuyordu.
Ancak, bu kez, küreselleşme sürecini, tarihin bir evrimi olarak değil tehlikede bir süreç olarak görüyordu. Uluslararası İlişkiler Çalışmaları alanının önemli isimlerinden Prof. Stephen Walt'ın Forein Policy'de işaret ettiği gibi, Ji, tedarik zincirlerinin kırılması, Batılı şirketlerin Çin piyasalarını terk etmesi, ekonomik ticari yaptırımların devreye girmesiyle, teknoloji transferine konacak engellerle, Çin'in bu güne kadar yararlandığı küreselleşme sürecini, tersine döndürülebilecek bir durum olarak algılıyor, açıkça kaygı duyuyordu. Jı adını vermeden ABD'nin kendi iradesini, kültürel değerlerini başkalarına dayatmasından yakınıyordu.
Ji'nin bu konuşmasını yorumlayan, kimi yazarlar da, Ji'nin tüm savunduklarına karşın, Çin merkezli ve dayatmacı politikalarına, "Tek yol tek kuşak" projesine, yoksul ülkelere verdiği kredileri siyasi imtiyazlar elde etmek için kaldıraç olarak kullanmasına, Hindistan Çin sınırındaki çatışmalara, Covid-19'ın kaynaklarını araştırılması talebine destek veren Avustralya'yı cezalandırma çabalarına, Çin denizindeki sorunlarda Uluslararası Tahkim Mahkemesinin kararlarını yok saymasına, yabancı şirketlerin Çin'deki çalışmalarına kısıtlamalar getirmeye başlamasına işaret ediyor, Çin'in aslında, liberal küresel düzenin kurallarına uymaya niyetli olmadığını vurguluyorlar.
Biden ne planlıyor?
ABD'nin 2018 yılında yayımlanan Ulusal Savunma Starejisi "Artık büyük güçler rekabeti dönemine girildiğini" deklare ediyordu. Başkanı Joe Biden 'daha Başkan seçilmeden önce yaptığı konuşmalarda ve geçen yıl Foreign Affaires dergisinde yayımladığı yazısında, Çin'i ABD'nin en önemli rakibi olarak saptıyordu. Başkan seçildikten sonra yeni yönetimini kurarken Savunma Bakanlığına atadığı Lloyd Austin de "Çin en büyük tehdittir çünkü yükselen bir güçtür" diyor.
Politico'nun dış politika yorumcularından Pager ve Pertrand, Biden dış politikasını yorumlarken, "Biden Asya'ya yöneliyor. Ama bunu açıkça söylemesini beklemeyin" diyerek, Trump döneminin gelişi güzel, dış politika reflekslerine karşın, planlı programlı ve kendini açıkça deklare etme gereği duymayan bir yaklaşımın varlığına işaret ediyorlar.
Peki Biden'in bu yaklaşımını nasıl ve hangi amaçla hayata geçirecek? Biden yönetiminin araç olarak geleneksel ittifaklarını bir araya getirerek, Çin'e karşı bir Demokrasiler bloku kurmayı amaçlıyor. Bu blokun gerçekleşmesi için Atlantik'in iki yakasında Kanada, Avrupa Birliği, Asya'da Avustralya, Hindistan, Japonya'yı kapsaması gerekiyor. Ancak, Güney Doğu Asya'nın, dünya çapında saygın düşünür ve diplomatlarından Singapur'lu Kishore Mahbubani bölgede Çin karşıtı bir ittifakın/blokun başarılı olabileceğine inanmıyor. Bu inancının arkasında iki neden var. Birincisi, Mahbubani, ABD Avustralya, Hindistan, Japonya arasında Quad adıyla bilinen Dörtlü Güvenlik Diyalogu'na ve bunu oluşturan ülkelerin birbirinden farklı ulusal çıkarlarına işaret ediyor. İkincisi "Asya'da esas oyun siyasi değil ekonomik" diyor. Çin ve Hindistan ekonomileri, 1980 yılında hemen hemen aynı büyüklükteydi Bugün, Çin ekonomisi Hindistan ekonomisinin beş katı. Çin piyasasının bölge ülkeleri açısından önemi her gün biraz daha artıyor.
Mahbubani'ye göre, ABD, Trump döneminde Trans Pasiftik Ticaret Anlaşması'ndan çıkarak Çin'e önemli bir hediye verdi. Hindistan da Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık anlaşmasına katılmayarak, Çin'in ekmeğine yağ sürdü. Bunlara "Tek Yol Tek Şerit" projesin etrafındaki gelişmeleri ekledik mi, karşımıza Çin merkezi, büyük ve hızla gelişen bir ekonomik eko sistem çıkıyor
Bu bağlamda, Financial Times'dan Martin Wolf'un "Çin'i engellemeye çalışmak geçerli bir seçenek değil" yorumu daha bir anlam kazanıyor. Wolf, dünya ekonomisindeki entegrasyon düzeyine, Çin'in bunun içinde gittikçe artan ağırlığına, İklim krizi ve Pandemi gibi küresel çapta çözüm bekleyen sorunların varlığına bakarak, ABD ile Çin arasında, rekabetin yanı sıra, derin işbirliğinin gerekli hatta kaçınılmaz olduğunu savunuyor.
'Büyük Jüri' tarih, henüz karar vermedi
Biden yönetimi dış politikasını oluştururken, Çin yönetimi Dünya Ekonomik Forumunda Başkan Ji'nin ağzından taleplerini ortaya koyarken iki olasılık, halen varlığını korumaya devam ediyor. Birinci olasılık, barış, işbirliği ve rekabete dayalı bir geleceğe işaret ediyor. İkincisi, en iyi koşullarda "Soğuk Savaş" benzeri bir konsolidasyona, dünya ekonomisinin ekonomik hatta teknolojik, bilişsel ağlara ilişkin bloklara bölünmesine ve daha da kötüsü olası sıcak çatışmalara gebe bir geleceğe…
Bu iki olasılıktan hangisinin başat eğilim olacağına, bu iki süper gücün (Çin de artık bir süper güçtür) birbirleriyle ilgili korkularını yönetebilme becerileri karar verecek.
"Derin Tarih" bize, iki büyük devlet arasındaki korkuların karşılıklı güvensizliğe, bunun da en çarpıcı tarihsel örneği, Tuchydides tarafından ayrıntılı biçimde belgelenen, Atina ile İsparta arasındaki Peloponnes savaşlarından (M.Ö. 431-404) bu yana geniş çaplı savaşlara yol açtığını söylüyor. Ama tarihte, dünya ekonomisinde gelişen karşılıklı bağımlılık ilişkilerine, İngiltere ve ABD arasındaki liderlik transferi sürecine ilişkin bir örnek de var. İnsanlık açısından yaşamsal tehdit oluşturan, iklim krizi ve pandemi gibi tek tek ülkelerin çözme kapasitesini aşan sorunlara bakarak işbirliğinin olanaklı ve de zorunlu olduğuna ilişkin sav da gayet mantıklı. Özetle, "Büyük Jüri" hala toplantı halinde…