Baruthane'nin taş duvarlarında yankı bulan bir yeni hikâye var: Deniz Doğruyol'un, geçiciliğin, dönüşümün ve izlerin derinliğinde dokuduğu bir sergi. "Bir Kere Oldum, Bin Kere Doğdum"
Küratörlüğünü Ceylan Önalp'in üstlendiği sergi, mekânın endüstriyel geçmişiyle bir tür içsel diyalog kurarak, yalnızca estetik bir deneyim sunmuyor, aynı zamanda bir zaman yolculuğunun kapılarını aralıyor. Her bir iz, her bir malzeme, her bir ses, serginin bir parçası; ziyaretçinin bırakacağı her bir dokunuş, mekânın geçmişiyle harmanlanarak, bir kolektif hafızanın izlerini taşıyor.
Deniz'in eserleri, bir tür hatırlatma işlevi görüyor: Geçmişin her kırığı, her yarası, bugün bir dönüşümün izlerine dönüşüyor. O eski zamanların yankısı, bugün yalnızca nesnelerde değil, bizlerin içinde de yaşatılıyor. Geçmişin yüküyle, bugünün hissiyatı arasında ince bir çizgide gezinen bu sergi, sadece bir mekânın değil, bir insanın içsel evrimini de yansıtıyor.
Sevgili Deniz Doğruyol'un mekânla kurduğu ilginç bağ, üretim pratiğinin etik katmanları ve sanatçının geleceğe dair vizyonu üzerine derinlemesine bir sohbete daldığımız günden kalan satırları sizlerle paylaşmak isterim.
Baruthane'nin endüstriyel belleğiyle kurduğun ilişkiyi, eserlerinin "araç" veya "alet" olma potansiyeli üzerinden nasıl okuruz?
Baruthane 18.yy savaşın hammaddesini üreten ve saklayan bir yerdi; defalarca yanıp küllerinden yeniden doğdu. Bu tarih, bana insanın kendi içindeki döngüleri, yıkılıp yeniden var olma hâlini hatırlatıyor. Bugünse aynı mekân, benim sergim aracılığıyla bambaşka bir hikâyeye ev sahipliği yapıyor: yaşamı tüm halleriyle kabullenmenin, içsel barışa evrilmenin hikâyesine.
Bu benim için sadece fiziksel değil, aynı zamanda fikirsellikte, anlamda ve işlevde bir dönüşüm. Bir zamanlar savaşın hammaddesinin üretildiği bir mekânın, bugün sevginin, dönüşümün ve farkındalığın alanına dönüşmesi çok güçlü bir sembol taşıyor.
Benim eserlerim de bu dönüşümün bir uzantısı gibi; insana kendini hatırlatmak ve yeniden şekillenmeye alan açmak için varlar. Bir nevi içsel laboratuvar. Geçmişte maddeye biçim veren aletlerin sesi yankılanırken, bugün o ses yerini kalbin, bilincin ve ruhun dönüşümüne bırakıyor.
Kağıt ve kırık objelerle çalışırken malzemenin önceki kullanım hikâyesini mi yoksa yeni kimliğini mi önceliklendiriyorsun? Bu tercih senin için estetik bir karar mı, yoksa etik bir duruş mu?
Benim için kâğıt ya da eski bir obje yalnızca bir malzeme değil, geçmişle kurduğum bir diyalog. Her biri önceki yaşamının izini taşır, ama o iz işlerimde yeniden biçim ve anlam bulur. Ben malzemenin geçmişini unutmadan, ama geldiği yeri bir yük hâline de getirmeden; arada bir yerde, yani dönüşümün kalbinde çalışıyorum.
Kâğıdın suyla çözülüp kâğıt hamuruna dönüşmesi, sonra katman katman yeniden şekil alması… Bu süreç benim için çok anlamlı çünkü kırılgan bir maddenin sabırla ve emekle sağlam bir bedene dönüşmesine tanıklık ediyorum. Tıpkı insanın kendi yaralarından güç doğurması gibi. Dolayısıyla bu tercih benim için sadece estetik bir karar değil; etik bir duruş aynı zamanda. Her dönüşümde, doğaya, emeğe ve zamana teşekkür ediyorum. Her yeniden doğuş, bir farkındalık eylemine dönüşüyor. Zaten "Bir Kere Oldum, Bin Kere Doğdum" sergisi de bu fikrin bütünüyle üzerine kurulu hem malzemenin hem insanın kırılganlıktan sağlamlığa, yok oluştan yeniden varoluşa uzanan içsel dönüşüm hikâyesi. Dolayısı ile malzeme fikrin eşlikçisi, en güçlü destekçisi haline geliyor.
Sergide ziyaretçiye bıraktığın yazı, dilek ve iz pratikleri bir tür kolektif arşiv oluşturuyor. Bu arşivi geleceğe taşımak için düşündüğün somut bir yöntem var mı?
Evet, sergide ziyaretçilerin bıraktığı dilek ve izler zamanla bir tür kolektif hafızaya dönüştü. Her yazı, her not aslında bir insanın iç sesinden gelen küçük bir tanıklık gibi.
Bu arşivi geleceğe taşımak istiyorum; çünkü o dileklerde yalnızca bireysel hikayeler, umutlar değil, bu dönemin duygusu da var. Sergi bittikten sonra bu izleri bir "hafıza kitabı" ya da dijital arşiv olarak toplamayı planlıyorum.
Böylece sergi kapandıktan sonra bile, o ortak niyetin enerjisi yaşamaya devam edecek tıpkı dönüşüm gibi, biçim değiştirerek ama özünü koruyarak.
Dilekler, insanın görünmez tarafının izleri gibi; uçup gitmezler, yalnızca biçim değiştirirler.
Baruthane gibi savaş endüstrisiyle bağlantılı bir mekânda "doğum-ölüm" döngüsünü sergilemek metaforik bir anlatım mı kalıyor, yoksa mekânın tarihini eserlerinin siyasetine dönüştüren bilinçli müdahaleler mi yapıyorsun?
Benim için Baruthane'nin tarihini kullanmak sadece bir metafor kurmak değil; o tarihi bugünün bilincine yeniden kurgulamak. Evet, burada savaşın ve üretimin izleri var ama ben o izleri tersine çeviriyorum. Bir zamanlar ölümle, yıkımla ilişkilenen bu mekân, sergiyle birlikte yaşamın, yeniden doğuşun ve içsel barışın alanına dönüşüyor.
Bu tavır benim için estetik bir tercih kadar bir politika da aslında insanın kendiyle barışmasını, içindeki savaşı sonlandırmasını savunan bir yerden.
Baruthane'nin geçmişini yok saymadan ama onu başka bir bilinç katmanına taşıyarak; savaşın hammaddesinin üretildiği yerde bugün sevgi, farkındalık ve kabullenme hâllerinin filizlenmesini önemsiyorum. Yani bu sergi yalnızca bir metafor değil; insanın kendi iç tarihine yönelme biçimi. Baruthane burada, hem mekânsal hem de ruhsal anlamda, yıkımın içinden doğan yaşamın sembolü hâline geliyor.
Eserlerinin ritminde zaman algısı değişiyor; ses, ışık ya da insan hareketiyle bu ritmi genişletme fikri seni cezbediyor mu? Böyle bir durumda hangi "sürpriz" elementleri tercih ederdin?
Zaman kavramı benim işlerimde hep akışkan. Bir heykelin ya da bir yerleştirmenin kendi ritmi var; bazen sessiz, bazen titreşen bir nabız gibi. İzleyici o ritme dahil olduğunda zaman bükülüyor, anlar uzuyor, kısalıyor ya da içe dönüyor.
Ses, ışık ya da insan hareketi bu deneyimi çoğaltmanın yolları aslında. Özellikle sergideki ses yerleştirmesi örneğinden gidersem, kalp atışının beraberinde su damlası sesi, mekânda yankılanırken izleyiciyi aslında anne karnına, doğduğu ana çağırıyor çünkü duyulandan çok hissedilen bir zaman yaratıyor.
Eğer bu ritmi genişletecek "sürpriz" öğeler ekleyecek olsaydım, bunlar izleyicide farkındalık uyandıran ama görünmeyen şeyler olurdu: belki bir fısıltı, bir gölge, bir koku gibi.
Yani şaşırtıcı olan, dışarıdan gelen bir efekt değil; izleyicinin kendi varlığıyla tetiklenen bir dönüşüm olurdu.
Benim için gerçek sürpriz, izleyicinin bir anda kendi ritmini fark ettiği o sessizlik anı.
Atık ve geri dönüşüm dilini kullanan pratiğin, toplumsal tüketim alışkanlıklarına meydan okuyan bir politika önerisine dönüşebilir mi? Böyle bir politik yapı tasarlasan, nasıl bir sistem olurdu?
Benim için geri dönüşüm bir üretim yöntemi değil, bir yaşam politikası.
Eski eşyalar kağıtlar belgelerle çalışmak, "alışılmış veya unutulmuş" görüleni yeniden görünür kılmak, hem doğaya hem insana hem de hafızaya şefkat göstermenin bir yolu.
Eğer bu düşünce bir sisteme dönüşseydi, merkezinde yaratıcılıkla onarım olurdu.
İnsanların kendi hafızalarını, kırıklarını ya da hatalarını dönüştürmeyi öğrenmesi…
Duygusal bir döngü kurmak: paylaşmak, onarmak, yeniden anlam vermek.
Benim politikam tam olarak bu yeniden doğurmanın, yeniden anlam vermenin politikası.
Son olarak, eğer bu sergiden Baruthane'de kalıcı bir iz bırakma şansın olsa fiziksel, dijital ya da ritüel olarak ne bırakmak isterdin ve neden?
Eğer Baruthane'de kalıcı bir iz bırakma şansım olsaydı, görünür bir nesne değil, yaşayan bir niyet bırakmak isterdim. Belki herkesin dileğini, korkusunu, umudunu içinde taşıyan bir "nefes arşivi" gibi her ziyaretçinin bıraktığı bir cümleyle, bir dokunuşla, bir kalp atışıyla büyüyen görünmez bir hafıza.
Çünkü Baruthane zaten kendi dönüşümünü tamamlamış bir yer; savaşın hammaddesinden yaşamın anlamına uzanmış. Benim dileğim, o dönüşümün bir parçası olarak burada kalmak değil, o enerjinin bir yankısı hâline gelmek olurdu.
Belki bir ritüel:
her yıl aynı gün bir mum yakmak,
bir kalp sesi kaydını yeniden dinlemek
ya da bir dileği sessizce rüzgâra bırakmak gibi.
Yani kalıcı iz maddede değil, niyette olurdu.
Baruthane'ye bırakacağım şey bir form değil, bir hatırlatma olurdu:
"Her şey yanar, çözülür, sonra yeniden doğar."
Deniz Doğruyol'un Baruthane'deki sergisi sevginin, dönüşümün, farkındalığın ve içsel barışın dilini konuşuyor. Her bir eser, bir biçimin ötesinde, bir düşüncenin, bir hissiyatın, bir arayışın izini bırakıyor. Deniz, yalnızca mekânın geçmişine değil, aynı zamanda her birimizin içsel yolculuğuna da dokunuyor.
Sergi bittiğinde bile, geriye bırakılan bu izler yalnızca fiziksel bir varlık olarak değil, kolektif bir hafıza olarak yaşamaya devam edecek.
Deniz Doğruyol'un "Bir Kere Oldum Bin Kere Doğdum" sergisi, 25 Ocak 2026'ya kadar Pazartesi hariç her gün 10.00-18.00 saatleri arasında Baruthane, Ataköy, İstanbul'da sizleri bekliyor.









