Artık doğduğumuz andan itibaren internette bir gölgemiz var.
Attığımız her fotoğraf, yaptığımız her beğeni, yazdığımız her arama... Hepsi bizden uzun yaşayacak bir iz bırakıyor.
Eskiden insanın ardından kalan şey birkaç fotoğraf, birkaç anı ve anlatılan hikâyelerdi.
Şimdi bambaşka bir çağdayız.
Doğduğumuz günün hastane kaydı, ilkokuldaki ilk günümüz, mezuniyet törenimiz, hatta o meşhur "ilk selfie"miz bile internetin bir yerinde hâlâ duruyor.
Biz unutuyoruz ama dijital dünya unutmuyor.
Bir fotoğrafı sildiğimizi sanıyoruz ama o, bir yerlerde hâlâ nefes alıyor.
"Benim gizleyecek bir şeyim yok" diyen çok.
Ama mesele gizlemek değil; mesele, kimin neyi hatırladığı.
Her konum paylaşımı, her üyelik formu, her "kabul ediyorum" tıklaması, gelecekte karşımıza çıkabilecek bir bilgi kırıntısına dönüşüyor.
Dijital izlerimiz sadece internette kalmıyor; bizi tanıyan, takip eden, hatta bizden sonra bile "yaşatan" sistemlerin ham maddesi oluyor. Bir gün biz olmayacağız belki ama yapay zekâ hâlâ "Serhat Pizan ne severdi?" sorusuna cevap verebilecek.
Çünkü ölümsüzlük artık veriyle mümkün.
Tarihte filozoflar ölümsüzlüğü hep ruhla, inançla açıklamaya çalıştı.
Şimdi teknoloji aynı şeyi kodlarla yapıyor.
Bir insanın sesi, yazı tarzı, hatta düşünme biçimi bile sisteme aktarılabiliyor.
Bu bir mucize gibi görünse de aynı zamanda bir kimlik karmaşası yaratıyor.
Gerçek biz mi kalacağız, yoksa dijital kopyamız mı?
Bir gün sosyal medya hesaplarımız sessizleşecek.
Ama paylaşımlarımız, yorumlarımız, videolarımız yaşamaya devam edecek.
Biz giderken bile dijital izimiz orada olacak; belki birinin hafızasında değil ama bir veri merkezinin soğutma sisteminde saklanacak.
Ve o gün, insanın gerçekten unutulup unutulmadığını yeniden düşüneceğiz.
Çünkü artık kimse tamamen kaybolmuyor.
Sadece çevrimdışı oluyor.









