Denizde bir filo ilerliyordu: adı Sumud'du — kararlılık, direniş, insanlık sözcüklerinin ağır birer mührünü taşıyan bir isim. Bu filo, Gazze'de açlıkla, hastalıkla, çaresizlikle boğuşan insanlara uzanacak yardım eli olmak için yola çıktı. Yiyecek, su, ilaç, tıbbi malzeme, battaniye… İnsan yaşamını korumaya dönük cansuyu taşıyordu. Bunun için çıktılar denize. Bunu inkâr edecek hiçbir çarpıtma, hiçbir "güvenlik" retoriği bu gerçeği silemez. Sumud filolarının tek amacı belliydi: insanlara yardım götürmek. Ve bu amaca saldırmak; uluslararası sularda bir yardım filosunu durdurmak, aktivistleri gözaltına almak, yükleri ellerinden almak—bunlar sadece birer hukuki ihlal değil, insanlık onuruna dönük doğrudan bir saldırıdır.
İsrail'in Sumud Filosu'na yönelik müdahalesi, bu nedenle basit bir "askeri operasyon" tanımının ötesinde değerlendirilmelidir. Bu müdahale, uluslararası hukuku hiçe sayan, denizlerdeki insani hareketlere gözdağı vermeyi amaçlayan ve sivilleri cezalandırmayı bir yöntem hâline getiren bir zihniyetin resmidir. Gemilere çıkıp aktivistleri gözaltına almak; insani yardım malzemelerini engellemek, denetim bahanesiyle yardımın varışını sabote etmek; bunların hepsi insan hayatını hedef alan, soğukkanlı bir politikanın ürünüdür.
Daha da büyük utanç verici olan ise dünyanın buna verdiği cevaptır. Avrupa başkentlerinde dolaşan iki yüzlü liderler, toplantılarda "endişe" ifadelerini tekrarlarken; gerçekte hangi tarafı savundukları ortadadır. Basın toplantılarında yapılan zayıf kınamalar, bu tür insanlık suçlarının önüne geçmiyor. Diplomasi oyunları, tarih önünde bir kefesini doldurmaya yetmeyecek. Ve bir yerde daha net söyleyelim: ABD Başkanı dâhil olmak üzere güçlü devletlerin sessizliği; ya da sessizliği taklit eden, zayıf söylemlerle yetinen tutumları, İsrail'i cesaretlendiriyor. Suskunluk, zalime güç verir. Sessizlik, mağdurun çığlığını boğar.
Trump'ın, diğer bazı büyük devlet liderlerinin ve Avrupa'nın iki yüzlü siyasi aktörlerinin davranışı bu bağlamda özel bir eleştiriye muhtaçtır. Bölgesel ve küresel çıkar hesaplarıyla hareket eden büyük güçler, vicdani sorumluluklarını rafa kaldırdıkça, zulüm daha az maliyetle yürütülebilir hâle gelir. Politik çıkarlar, ekonomik erişimler, stratejik hesaplar—bunların hepsi insanlığın temel haklarının üzerinde görüldüğünde ortaya çıkan sonuç nettir: güç sahipleri, hukuku ve insan hayatını hiçe sayan uygulamalara göz yumma pahasına konforlarını korurlar. Bu, ahlaki bir iflasın adıdır.
Bir diğer tehlikeli unsur ise bilgi alanındaki manipülasyonlardır. İsrail'in dezenformasyon ve algı operasyonları—dünyayı susturmaya ve kendi eylemlerini haklı göstermeye yarayan bir mecra olarak—bize şu dersi veriyor: gerçek, ancak güçlü bir toplumsal dikkatle korunabilir. Bazı aktörlerin "güvenlik" naraları ile desteklenen yalanları, uluslararası toplumun gözünü boyamak için kullanılıyor. Bu bilgi kirliliğine karşı durmak, yalnız medya organlarının değil, her vatandaşın görevidir. Çünkü doğru bilgi hakikatin savunusudur; manipülasyon ise zulmün perdesidir.
Gazze'de yaşananlar, bir insanlık krizi olarak tanımlanmalıdır. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve siviller—her gün hayatlarını kaybediyor, yaralanıyor, evsiz kalıyor. Hastaneler vuruluyor; sağlık çalışanları hedef alınıyor. Okullar ve sivil altyapı, savaşın "hedefleri" hâline getiriliyor. Çocuklar açlığa terk ediliyor; yiyecek, su, ilaç erişimi sistematik biçimde engelleniyor. Bu eylemler sadece savaş taktikleri değildir; bu, uluslararası hukukun ve insan olmanın temel normlarının ihlalidir. Bu suçlara "savaş suçu" ve "insanlığa karşı suç" damgası vurulması için güçlü bir hukuki sürecin işletilmesi gerekiyor.
Yine de unutmayalım: suç fiilleri sadece saldırgan ordunun kişisel hastalığından kaynaklanmıyor. Bu politikalar, onaylayan, destekleyen veya gözlerini kapatan aktörler yüzünden mümkün oluyor. Bu yüzden hesap sorulmalı: Sessiz kalan liderler neden susuyor? Onların suskunluğu hangi çıkar dengelerinden besleniyor? Bu soruların cevapları, hukuki soruşturmalardan ayrı olmayarak siyasi ve toplumsal alanda da aydınlatılmalı.
Sumud Filosu'na yapılan müdahale, hukuki açıdan da soruşturulmalıdır. Uluslararası deniz hukuku, insani yardımın güvenli geçişine dair açık normlar içerir. Bu normların çiğnenmesi, uluslararası toplumun sesiyle cevap bulmalı. BM mekanizmaları harekete geçirilmeli, bağımsız soruşturmalar açılmalı, elde edilen deliller şeffaf biçimde uluslararası bağımsız mercilere sunulmalıdır. Hukukun üstünlüğü boş bir söz olmamalıdır; eğer hukukun üstünlüğü sadece zamanaşımına uğramış ifadelerden ibaret kalırsa, uluslararası sistemin meşruiyeti zedelenir.
Peki ne yapılmalı? İlk adım; dünya liderlerinin, siyasi aktörlerin ve uluslararası örgütlerin cesur ve somut adımlar atmasıdır. Söylem yetmez. Ekonomik yaptırımlar, seyahat yasakları, uluslararası diplomatik izolasyon, savaş suçlarına karışan kişilere karşı çıkarımlar uygulanmalıdır. Bu yaptırımların hedefi masum sivil halkı cezalandırmak olmamalıdır; hedef, insan hakları ihlallerini durdurmak ve failleri adalete teslim etmektir. Ayrıca yardım koridorlarının güvence altına alınması için uluslararası gözetim sağlanmalı; tarafsız denetçiler ve uluslararası lojistik desteği ile yardımın ihtiyaç sahiplerine ulaşması garanti altına alınmalıdır.
Sivil toplumun rolü ise vazgeçilmezdir. Medya, akademi, sendikalar, inanç grupları ve vatandaş hareketleri; küresel bir baskı ve farkındalık mekanizması oluşturmalıdır. Kültürel ve sportif boykotlar, akademik işbirliği kısıtları, uluslararası finansal baskılar—bunlar devlet mekanizmaları harekete geçene kadar halkların uygulayabileceği barışçıl ama etkili baskı araçlarıdır. Bu baskılar, şiddet çağrısı değil; hesap sorma ve insan haklarına dönüş çağrısıdır.
Medya kuruluşlarının da yükü ağırdır. Hakikati tahrif etmeyen, mağdurun sesini duyuran, propaganda ve dezenformasyona karşı filtrelenmiş, bağımsız habercilik yapmaları hayati önem taşır. Gerçeğin peşinde koşmak, manipülasyonun tuzaklarına düşmemek, sorumluların söylemlerini sorgulamak medyanın asli görevidir. Eğer medya, güç karşısında suskun kalırsa; zihinleri kirleten bir sis dünyayı kaplar ve zulüm daha kolay işlemeye başlar.
Sonuç olarak: Sumud Filosu bir semboldü; sadece yardım götüren gemilerin adından ibaret değildi. O, dayanışmanın, insan onurunun ve evrensel vicdanın denizdeki yansımasıydı. O gemilere uzanan eller kesildiğinde, geriye sorumluluk ve hesap zamanı kalır. Bu hesap zamanı, sadece İsrail hükümetinin ve askerinin yaptıklarıyla sınırlı kalmamalı; suskun kalan, gözünü kapatan, çıkarlarını insan hayatının önüne koyan tüm aktörler için de geçerli olmalıdır.
İsrail'in eylemlerini "kınamakla" geçiştirmek artık yeterli değil. Dünyanın sorumluluk alması, hukuku işletmesi, mağdurlara derhal insani erişim sağlaması ve söylemde değil eylemde adalet araması gerekiyor. Aksi takdirde, denizlerdeki bu utanç bir gün kara ve göklerde de yankılanacak; tarih suskun kalmışları unutmayacak, onları sessizlikleriyle birlikte anacaktır.
İnsanlık onuru, devlet çıkarlarının ötesindedir. Hiçbir stratejik hesap, bir çocuğun aç kalmasını, bir hastanenin hedef alınmasını, bir ailenin yok olmasını meşru kılmaz. Vicdanlı bir dünya, hakikati söyleyendir; adalet talep edendir; mağdurun yanında durandır. Sumud'un denizden yükselen çağrısını duyalım: Yardım kesilemez, ses susturulamaz, hesap ertelenemez. Şimdi harekete geçme zamanıdır.









