Gazze'de süren çatışmalar ve ateşkes süreçleri gündeme geldiğinde, ben her zaman silahların susması gerektiğini, çocukların, kadınların ve masum sivillerin artık ölmemesi gerektiğini savundum. Savaşın sona ermesi, insani kayıpların durması ve bölgede barışın sağlanması, siyasi tartışmaların ötesinde insanlık meselesidir. Bu noktada, ateşkesin sadece bir anlaşma kağıdı değil, hayat kurtaran bir adım olduğunu ifade etmiştim. Ancak ne yazık ki, tarih bize, bazı devletlerin ve liderlerin insani değerleri hiçe sayarak kendi çıkarları için savaşı devam ettirebileceğini defalarca gösterdi. İşte tam da bu nedenle, İsrail'e güvenilemeyeceğini, onun katil bir devlet olarak hareket ettiğini ve liderlerinin insan hayatına verdiği değerin sıfır olduğunu baştan beri dile getirdim.
İsrail'in başbakanı Benjamin Netanyahu'nun politikalarını ve yaklaşımını yakından takip eden herkes bilir ki, bu lider insan öldürmekten keyif alan bir zihniyeti temsil ediyor. İsrail'in bölgede uyguladığı politikalar, sadece Filistin'deki Gazze şeridini değil, Lübnan'ı da kapsayacak şekilde geniş bir yıkım stratejisi üzerine kuruludur. Netanyahu'nun iktidara geldiği günden itibaren uyguladığı saldırgan tutum ve masum sivillere yönelik acımasız bombardımanlar, onun sözde güvenlik söylemlerinin aslında ne kadar ölüm ve acı üzerine kurulu olduğunu gözler önüne sermektedir.
Geçtiğimiz günlerde yaşanan olay, benim bu konuda yanılmadığımı bir kez daha açıkça gösterdi. İsrail, bölgede ateşkes sağlanmışken, Lübnan'ın beş ayrı bölgesini bombalayarak barışa karşı en aleni şekilde ihlalde bulundu. Bu saldırı, sadece Lübnanlıların yaşamını tehdit etmekle kalmadı, uluslararası toplumun İsrail'e duyduğu güvenin ne kadar nafile olduğunu da bir kez daha ortaya koydu. Ateşkes, normal şartlarda taraflar arasında silahların susmasını, müzakerelerin başlamasını ve sivillerin korunmasını sağlamalıydı. Ancak İsrail, bu temel prensibi hiçe sayarak bölgedeki tansiyonu yeniden yükseltti ve sivil kayıplara yol açacak bir yıkımı bilerek planladı.
Böylesi bir tablo karşısında, İsrail'e güvenmenin ne kadar naif bir yaklaşım olacağını görmek zor değildir. Barış elini uzatması beklenen bir devletin, ateşkesin sağlandığı bir dönemde sivilleri hedef alması, onun sözde diplomatik tavırlarının tamamen bir maskeden ibaret olduğunu gösteriyor. Lübnanlı beş ayrı bölgenin bombalanması, aslında İsrail'in uluslararası hukuka ve insan haklarına verdiği değeri de açıkça ortaya koyuyor. Bu durum, yalnızca bölge halkı için değil, tüm dünya için bir uyarıdır; adaleti ve barışı savunan devletlerin bile İsrail karşısında daha dikkatli ve kararlı adımlar atması gerekmektedir.
Ben daha önce de söyledim, Gazze'deki ateşkes sürecinde silahların susması gerektiğini vurgularken, İsrail'e karşı temkinli yaklaşılması gerektiğini ifade ettim. İnsan hayatına değer vermeyen bir devletin, herhangi bir güven sözüne inanmak, çocukların ve sivillerin hayatını riske atmak anlamına gelir. İsrail, bugüne kadar attığı her adımda, kendi stratejik hedefleri uğruna masumları feda etmekten çekinmedi. Bu nedenle, barış söylemleri ne kadar çekici olursa olsun, tarih ve güncel olaylar bize Netanyahu'nun ve İsrail'in gerçek niyetini açıkça gösteriyor.
Lübnan'ın bombalanması, sadece bir saldırı değil, aynı zamanda bölge barışının ne kadar kırılgan olduğunu da gösteriyor. Ateşkesin sağlanması, silahların susması ve masumların korunması için atılan her adım, İsrail gibi bir devletin stratejik çıkarları karşısında zayıf kalabiliyor. Bu nedenle, uluslararası toplumun, özellikle de Birleşmiş Milletler ve diğer barış gücü organizasyonlarının, İsrail'in bu tür saldırgan tutumlarına karşı daha kararlı ve etkili adımlar atması gerekiyor. Sadece kınama ve diplomatik açıklamalar, İsrail'in bu yaklaşımını değiştirmeye yetmiyor; somut yaptırımlar ve caydırıcı mekanizmalar geliştirilmesi şart.
Ayrıca, Lübnanlı sivillerin hedef alınması, İsrail'in bölgedeki uzun vadeli planlarının da bir göstergesidir. Savaşın sadece Filistin ile sınırlı kalmadığı, komşu ülkeleri de tehdit ederek bölgesel istikrarı bozmaya çalıştığı görülmektedir. Bu saldırılar, Netanyahu'nun politikalarının sadece kendi ülkesini değil, tüm Ortadoğu'yu etkileyecek şekilde tasarlandığını gösteriyor. İşte tam da bu nedenle, İsrail'e güvenmek veya barış umutlarını ona bağlamak, hem masum insanların hayatını riske atmak hem de uluslararası barışı tehlikeye sokmak anlamına gelir.
Benim bakış açım nettir: Silahların susması, sivillerin korunması ve ateşkesin kalıcı hale gelmesi, insani bir zorunluluktur. Ancak bu insani zorunluluk, İsrail gibi bir devletin keyfi saldırgan tutumları karşısında zayıf bir umut olarak kalmamalıdır. Uluslararası toplum, barışı savunmak ve sivillerin güvenliğini sağlamak için daha kararlı olmalı, İsrail'in masumlara yönelik saldırılarına karşı somut ve etkili önlemler geliştirmelidir. Netanyahu ve onun yönetimi, insan hayatını hiçe sayan politikalarıyla, barış sürecini kendi çıkarları doğrultusunda manipüle etmeye devam ediyor.
Sonuç olarak, Lübnan'da yaşanan beş ayrı bombardıman olayı, İsrail'in ateşkese verdiği değeri ve güvenilirliğini bir kez daha gözler önüne serdi. Gazze'deki ateşkes sürecine dair olumlu düşüncelerimi ifade ederken, İsrail'e karşı temkinli yaklaşmanın ne kadar hayati olduğunu defalarca vurguladım. Bugün gelinen noktada, bu uyarılarımın ne kadar yerinde olduğunu bir kez daha gördük. Barış elini uzatması beklenen bir devletin sivilleri hedef alması, insanlık adına kabul edilemez bir durumdur ve uluslararası toplumun bu tür saldırılara karşı harekete geçmesi artık bir zorunluluktur. İsrail'e güvenmek, masum insanların yaşamını tehlikeye atmak anlamına gelir ve bu gerçek, Lübnan'daki son saldırılarla bir kez daha teyit edilmiştir.









