Zamanın akışı artık insanın nefesini sollayacak kadar hızlı. Dakikalar küçülüyor, beklentiler büyüyor. Her şey bir an önce olsun, hemen gelsin, hiç bekletmesin… Sanki hayat bir yarış, biz de yetişemeyecek olmaktan korkan yorgun koşucularız. Modern çağ, bize iki büyük söz veriyor: hız ve haz. Daha çabuk ulaş, daha çok tat al, daha hızlı iyileş, daha hızlı mutlu ol…
Fakat insan ruhu, teknolojinin hızında akmaz.
Ruh, eski zamanların ritmini taşır: ağır, derin, sabırlı.
Psikolojinin "duygusal tükenme", "doyumsuzluk", "boşluk hissi" gibi kavramlarla işaret ettiği şey aslında tek bir köke dayanır: İnsan, kendi doğasının kaldıramayacağı bir hızda yaşamaya çalışıyor.
Haz arayışı da benzer bir yanılgının ürünü. Sürekli uyarılan zihin, artık sade bir anın güzelliğini hissedemez hâle geliyor. Dopamin, alıştıkça daha fazlasını ister; haz çoğaldıkça anlam azalır. Mutluluk genişlemez, sadece tüketilir. Hazdan haza atlayan insan, içindeki boşluğu dolduracağına, derinleştirir.
Tasavvufun asırlardır dile getirdiği o ince hakikat burada yeniden görünür olur:
"Koşan beden yorulur; acele eden kalp kaybolur."
Kalp, aceleye dayanamaz. Hazza doymakla değil, hikmete dokunmakla huzur bulur.
*Hız Irmağını Geçen Yolcu*
Rivayet olunur ki çok eski zamanlarda, yüksek dağların arasında "Hız Irmağı" adında vahşi bir nehir akarmış. Bu nehir öyle uğultulu, öyle köpüklü akarmış ki insanın kendi iç sesini bile duyurmazmış. Irmağın kıyısına yaklaşan herkes, suyun çağrısına kapılır; durmadan koşar, durmadan ister, durmadan tüketirmiş.
Günlerden bir gün bu vadiden geçen yaşlı bir bilge, ırmak kıyısında aceleyle su içmeye çalışan bir yolcuyu görmüş. Yolcu, avuçlarını dolduracak kadar su almak isterken suyun şiddeti yüzünden avuçları hep boş kalıyormuş. İçtikçe susuyor, koştukça yoruluyormuş.
Bilge, elindeki eski bir kâseyi yolcunun önüne koymuş:
"Evlat," demiş, "Hız ırmağından avuçla su içilmez. Avuç acele eder, su kaçar. Kâse sabreder, su yerini bulur."
Yolcu merakla sormuş:
"Bu kâse nedir peki?"
Bilge kâseyi okşayarak cevap vermiş:
"Bu kâse kalptir. Kalp, yavaşlayınca genişler; dinginleşince dolar. Sen hızlandıkça kalbin daralır, suyu değil susuzluğu çoğaltırsın. Ey yolcu, her insan kendi iç ırmağını ya aceleyle taşırır ya da sabırla durultur."
Yolcu, kâseyi nehre bıraktığında ırmak hâlâ gürültülü akıyormuş ama kâse sakince suyla dolmuş. O an anlamış ki: Gürültü değişmez; fakat ona bakan göz değişince dünya yumuşar.
*Ruhun Doldurulamayan Kuyusu*
Bugünün insanını bir kuyuya benzetebiliriz. Suyunu kaybetmiş, içi boşalmış bir kuyu… Dışarıdan bakınca taşları hâlâ sağlam durur, ama içinde yankıdan başka bir şey kalmamıştır. Hazlar, başarılar, tüketimler hep ânlık damlalardır: düşer, ses çıkarır ama kuyuyu doldurmaz. Çünkü kuyuya suyun yerleşebilmesi için zemin oturmalı, dip durulmalı, iç sessizleşmelidir.
Ruh da böyledir:
Hazla dolar gibi olur ama ancak anlamla yerleşir.
Hızla hareket eder ama ancak farkındalıkla yürür.
Gürültüyle yaşar ama ancak sessizlikle toparlanır.
Günümüzde birçok insanın şikâyeti aynı:
"Hiçbir şey yetmiyor. Ne yapsam çabuk tükeniyor."
Çünkü beyin yorulmuş, kalp hızlanmış, ruh unutulmuştur.
Hız, zihni; haz, duyguları; gürültü ise ruhu eskitir.
_Psikoloji der ki:_
Duygular yavaş akar.
İnsan ancak yavaşlayınca kendine temas eder.
_Tasavvuf der ki:_
Hakikat sessizlikte belirir.
İnsan ancak durunca yol bulur.
Bu iki bilgi, çağlar boyu birbirine hiç bu kadar yakın olmamıştı.
*Hayatı Taşımak*
Belki de bugünün en büyük yanılgısı, hayatı fethedilecek bir kale, tüketilecek bir festival sanmamızdır. Oysa kadim bilgelik şunu söyler:
Hayat, sahip olunan bir şey değil; incelikle taşınan bir emanettir.
Emanet aceleye dayanmaz.
Emanet savrulmaya gelmez.
Emanet gürültüde kaybolur; sessizlikte kendini gösterir.
Kimi insan emaneti hırpalaya hırpalaya taşır, hayatı ona ağır gelir.
Kimi insan emaneti özenle taşır; yük hafiflemez ama anlamı artar.
Çünkü yükü taşıyan omuz değil, yükü anlamlandıran kalptir.
Belki de en büyük huzur, kaderin avuçlarımıza bıraktığı o ince emaneti
yani kendi ruhumuzu
kırmadan, ezmeden, aceleye kurban etmeden taşıyabilmektir.
İnsan, ruhunu dikkatle taşıdığında dünya ağır gelmez.
Zaman yavaşlar, haz sakinleşir, kalp genişler.
Ve işte tam orada, hızın gürültüsünden uzak bir yerde,
hayat ilk kez gerçek sesini fısıldar:
"Ben koşana değil, görene açılırım."








