Ülkemizde restoranlar, chefler için birer özgürlük alanı mı, yoksa görünmez duvarlarla çevrili bir hapishane mi?
Bir ustanın, bir chef'in en büyük arzusu; sanatını özgürce icra edebilmek, emeğini, bilgisini ve kültürünü tabaklara yansıtabilmektir. Ancak bugün birçok chef, yaratıcılığını sergilerken maliyet baskısı, işletme kaygısı ve ticari sınırlamalar arasında sıkışıp kalıyor.
Oysa bu topraklar, Anadolu'nun hazine sandığı, Mezopotamya'nın kadim mutfak kültürüdür. Her ilimizin, her yöremizin kendine has bir lezzeti, bir hikayesi, bir mirası var.
Bu zenginliği özgürce yansıtamamak, sadece chefler için değil, ülkemizin gastronomi geleceği için de büyük bir kayıptır.
Restoran sahipleri çoğu zaman bir chef'in özverisinden, emeğinden ve markalaşma gücünden yararlanmak istiyor. Fakat aynı zamanda onun önüne görünmeyen engeller koyuyorlar. Maliyetler cep yakıyor, yaratıcı fikirler "çok maliyetli" denilerek rafa kaldırılıyor. Böyle olunca da mutfaklar, öğrenme ve üretme alanı olmaktan çıkıp sessiz bir baskı ortamına dönüşüyor.
Asıl soruyu sormak gerekiyor: Bir chef, nefesini sanatıyla birleştiremiyorsa, o mutfak gerçekten bir mutfak mıdır?
Devletin, yerel yönetimlerin ve sektör temsilcilerinin bu konuda adım atması kaçınılmazdır.
Büyük mutfak geliştirme merkezleri, inovasyon mutfakları ve genç chef eğitim programları kurulmalı.
Cheflerin önünü açarak, yöresel ürünlerimizi modern mutfakla buluşturmalı, Türk gastronomisini dünya sahnesine taşımalıyız.
Gerçek başarı, baskı ile değil; özgürlük, vizyon ve iş birliğiyle gelir.
Mutfaklarımızı hapishaneler değil, sanat atölyeleri haline getirdiğimiz gün, işte o gün dünya bizim lezzetimizi konuşur.









