Bir fotoğraf makinesi, yalnızca görüntü yakalayan bir aygıt değildir; o, zamanın içine açılan bir yarıktır. Sigmund Freud'un bilinçdışını düşündüğü o erken yüzyılda, Walter Benjamin için fotoğraf, artık insanın kendini görme biçiminin değiştiği bir çağın işaretidir. Freud, bilinçdışını karanlık bir oda gibi tasarlamıştı; Benjamin ise o odanın duvarlarına yansıyan imgelerin toplumsal anlamını okumaya girişti.
Ancak, Freud'un karanlık odası bireyseldir: bir çocuğun bastırılmış arzusu, bir yetişkinin susturduğu itiraf, bir rüyanın yarım kalmış hikâyesi gibi… Benjamin'in fotoğrafı ise kamusaldır: modernliğin hızla kaybolan anlarını, kalabalıkların yüzlerini, endüstrinin ışığında yanıp sönen hayatları kaydeder. Ama ikisinin de ortak noktası şudur —her ikisi de görünmeyenin izini sürer.
Freud için fotoğraf makinesi, zihnin bir modeli gibidir. Işık —yani bilinç— kısa bir anlığına nesneye çarpar ve kaybolur. Geriye, film yüzeyinde bir iz kalır: bastırılmış, yarı silinmiş, ama asla tamamen yok olmayan bir iz. Benjamin'in dünyasında da fotoğraf, auranın kaybolduğu modern çağda, şeylerin ruhunu tutmaya çalışan son çabadır. İkisi de kaydı, hatırlamayı ve kaybı aynı anda taşır.
Fotoğraf makinesi, böylece Freud'un aygıtında bireysel bastırmanın; Benjamin'in aygıtında ise toplumsal yabancılaşmanın simgesine dönüşür. Freud'un bilinçdışında saklanan bir çocukluk anısı, Benjamin'in pasajlarında bir vitrin mankeninin donuk bakışında yankılanır. İkisinde de asıl mesele görünür olan değil, görünmeyenin sürekliliğidir.
Freud, bilinçdışını ortaya çıkarmak için rüyaların banyo edilmesini bekler; Benjamin, tarihin bilinçdışını ortaya çıkarmak için fotoğrafın banyo edilmesini ister. İkisi de karanlıktan geçmeden ışığa ulaşılmaz der. Fotoğrafın kimyasal süreci, Freud'un psikanalitik süreciyle aynı metaforik yörüngede döner: Işık kaybolmadan önce izi bırakır; bastırma, unutmadan önce kaydı yapar.
Bugün dijital çağın parlak ekranları altında, bu iki düşünürün sesleri yeniden birleşir. Artık film yok, banyo yok — ama hâlâ bir bilinçdışı var. Pikselin ardında, algoritmanın kodunda, verinin derinliğinde… Fotoğrafın kimyasal yüzeyinde saklanan o eski karanlık, şimdi dijital hafızanın görünmez katmanlarında yaşamaya devam ediyor. Freud'un karanlık odası artık bir sunucu odası; Benjamin'in kaybolan aurası, bir ekran ışığının yansıması...
Ve belki de asıl sormamız gereken soru şudur:
Işık, insanın içini aydınlatmak için mi icat edildi, yoksa onu biraz daha gizlemek için mi?
Freud buna, "her aydınlanma yeni bir gölge doğurur" derdi.
Benjamin ise belki şöyle eklerdi: "Ve her gölge, hâlâ fotoğraflanmaya değer bir hakikatin kalıntısıdır."









