Fatma Ece Gödeoğlu

Bencilliğin parlak aynası

11.11.2025 21:25
Haber Detay Image

Bazen bir fikir gelir, sessizce değil, gökten düşer gibi düşer zihninin ortasına.

Ayn Rand da öyle düştü insanlığın düşünce toprağına. "İnsanın en büyük görevi," dedi, "kendi mutluluğunu yaratmaktır."

Kimi bu cümlede özgürlüğü buldu, kimi yalnızlığı.

Kimi de —belki de çoğu—, bencilliği akılla süsleyip erdemin yeni yüzü saydı. Rand, fedakârlığı bir erdem değil, bir tür kendini inkâr hastalığı olarak görürdü.

"Kendini başkası için harcamak," derdi, "ahlaki bir intihardır."

Bak, ilk duyduğunda kulağa ne kadar gururlu geliyor değil mi? İnsanın kendi ayakları üzerinde durması, kimseye boyun eğmemesi, kimsenin yükünü taşımaması…

Ama biraz yaklaşırsan o cümlenin içinde başka bir şey duyarsın: Soğuk bir yalnızlığın sesi. Tıpkı aynanın karşısında durup kendi yankını dinlemek gibi.

Rand'ın "rasyonel bencillik" dediği şey, insanın kendini kutsaması, kendi çıkarını Tanrılaştırmasıdır.

Romanlarında —özellikle Atlas Silkindi'de— o yaratıcı birey göklere çıkar. Demiryolları kuran, makineler yapan, fikirleriyle dünyayı sırtında taşıyan kahramanlar… Onlar üretir, yaratır, dünyayı döndürür; ama toplum onların sırtına yapışmış bir yüktür. Ve bir gün o Atlas sorar: "Neden taşıyayım ki bu dünyayı?" İşte o soruda doğar Rand'ın felsefesi: "Bırak, herkes kendi yükünü taşısın."

Ama peki ya çocuklar?

Ya yaşlı bir kadının tenceresindeki son ekmek parçası? Ya maden ocağında sabaha kadar alın teriyle yaşayan o işçi? Rand'ın dünyasında onların yeri yoktur.

Çünkü zayıflık, onun sistemine göre bir kusurdur. Fedakârlık yok, merhamet yok, dayanışma yok… Sadece kazananlar ve geride kalanlar vardır. Oysa insan dediğin, bir başkasına uzanan eliyle insandır. Akıl onlar için kutsaldı — ama yalnızca kendince aklı.

Nezaketi baskı sayar, tartışmayı değil galibiyeti ister. Rand'ın felsefesi düşünce dünyasında bir silaha dönüşmüş; düşünmek için değil, vurmak için zayıf insanlara…

Ama işte, onun tartışmalarından (düşüncesinden) ben bir şey fark ettim:

Ben öğreniyordum. Düşüncesi bana anlamayı öğretti. Ve o anda Rand'ın gözden kaçırdığı şeyi anladım: Felsefe yalnızken değil, birlikteyken büyür. Hatırlarsanız antik Yunan'da da felsefe sofraları hep birlikte yapılırdı. Rand'ın düşüncesi, Nietzsche'nin "üstinsan" fikrinin Amerikan rüyasıyla karışmış halidir. Ama Nietzsche'nin ironisi, kendiyle alay edebilme bilinci yoktur onda. Rand'ın kahramanları yanılmaz, kuşku duymaz.

Yaratıcının değil, kendi zekâsının çocuklarıdır. Ama o kadar çok kendilerine inanırlar ki, sonunda kendi yankılarına dönüşürler.

Oysa felsefe bazen de susmakla başlar. Burada da Diyojen'i ve Seneca'yı anmadan geçmemek gerekir. Kendini haklı sandığın an değil, yanılabileceğini fark ettiğin anda büyür düşünce evrenin… Rand'ın "rasyonel bencilliği" bu ihtimali öldürür.

Kuşkuyu susturur, diyaloğu boğar. Geriye yalnızca bir tür soğuk güven kalır — kendinden emin ama bomboş bir güven.

Bugün hâlâ birçok genç onun kitaplarında kendini buluyor. Belki kimseye borçlu hissetmemenin, kimseye güvenmemenin rahatlığını arıyorlar.

Ama unuttukları bir şey var: İnsanın en büyük gücü yalnızlığı değil, bağ kurabilme cesaretidir. Çünkü bazen bir başkasının acısını anlamak, kendi aklını yüceltmekten çok daha büyük bir iştir.

Ayn Rand bize düşünmeyi değil, inanmayı öğretti. Oysa felsefe inançtan değil, şüpheden doğar. Bu noktada ise Descartes'in "Düşünüyorum, o halde varım" sorusu devreye girer.

İnsan, kendinden emin olduğu an değil, kendi eminliğini sorguladığı anda insandır. Ve belki de gerçek erdem, yalnızca aklını değil, kalbini de dinleyebilmektir.

Yazarın Tüm Yazıları

title