Oda Ve Adam
Oda ve Adam temelde kadın ve erkeğin birbirini hem tamamlayıcı hem de yadsıyıcı bakış açılarından ayrı ayrı anlatan, ifadesini gündelik yaşamın içindeki kuytu ayrıntılarda bulan aşka ve ilişki olasılığına dair bir metne dayanıyor.
Sözel anlatı katmanı bu yalın öyküyü takip etmenin gayretindeyken, oyun kadın ve erkek ilişkisindeki problematiği nesne ve imge, gerçek ve sanal arasında örülen sorunsal alanla çarpıştırıyor. Böylece tüm bunlar arasındaki karmaşık ilişkinin dinamiklerini özelde aşkın, genelde sahiciliğin imkansızlığına dair göndermelerde bulunan performatif bir sorgulamaya tabii tutmaya kalkışıyor.
Iskalanmış bir ilişkinin yaşan/a/ma/mışlığının gölgesi, duygusal izdüşümü, tensel görüntüsü üzerinden, aşkın günümüzdeki olanaksızlığına farklı dillerle ve farklı dillerden bakmaya, sorgulamaya çalışıyor oyun.
Tırmanılmadan inşa edilmiş Babil kuleleleri gibi yaşanmadan deneyimlenebilen gerçeklerin çağında, bu olanaksızlığı sadece kadın ve erkeğin "keşke" dedirten davranışlarına bağlayabilir miyiz? Çoğu zaman hemen önünde duran bir diğerini bile fark edemeyen insanın, kendi gölgesinde kalan ışığıdır belki de düşün içindeki gerçeği, gerçeğin içindeki düşü, imgenin ardında silikleşen nesneyi görebilmek için gereksindiğimiz.
Oda ve Adam'da kadın ve erkek, yaşan/a/ma/mışlığı kendi öznel davranışlarında, kendi hayat algılarının ışığında aramanın çıkmaz sokaklarında dolaşırlar.
Ama belki de 'imkansız' olan, zamanın ruhunun, günümüz insanının zihin kurgusunun bir bileşenidir. İmgedeki "Voo Doo" etkisinin yokolduğu, bez bebeğe batırılan iğnenin insanı acıtmadığı günümüzde, aşkın ve ilişkinin 'imkansızlığı' bireysel hatalarımızla, geçmişe dair pişmanlıklarımızla açıklanamayabilir. Görsel imgenin kendini temsil ettiği, nesnesini imlemediği yerde karşımıza çıkan görüntünün sonsuz ve sınırsız üretim olanağı, karşısında sınırsız tüketim dürtüsü talep eder.
Belki de bu zihin kurgusudur, tüm zamanları 'şimdi'leştiren, yaşanmışlığı 'deneyim'den ibaret kılan.
Bir yaşanmışlık ya da deneyim hakkında sonradan konuşmak, başkalarına olduğu kadar kendine de anlatılan bir dedikoduya girişmek, geçmişi yeniden kurgulama girişimi değil midir? Bu yeniden anlatım, niyetimizin ve hafızamızın kaçınılmaz olarak müdahaleci süzgecinden geçerek, kendinden ve gerçekten kaçmanın kabul gören bir yolu olarak karşımıza çıkmaz mı?
Ama hangi gerçekten? Gündelik gerçekliğe göndermede bulunurken bile kurgulanmış gerçeğin, gerçeklikten daha gerçek olabildiği bir dünyada bu sorunun kendisi de en az yanıtı kadar alacakaranlıktadır. Bu nereye gittiğini sorgula/ya/mayan, politik duruşunu yitirmiş insanın da alacakaranlığı değil midir?
İşte bu alacakaranlıkta, birçok anlamda kaçınılmaz olarak eksiltilerek oluşmuş bir sahne deneyimi Oda ve Adam. Hem metinden, hem sesten, hem görüntüden, hem insandan, hem kendimizden, hem sahnemizden...
Tüm bu eksiltilmişlikten, monolog ve diyalogun, sokak dili ve entelektüel dilin, yalın ve karmaşığın, yalnız ve kalabalığın, mümkün ve imkansızın, imge ve gerçeğin, kadın ve erkeğin muğlak ve geçişken ama aynı zamanda gerilimli sınırlarında sahici bir ilişki, bir yaşam yaratılabilir mi?
Aynı anda aynı ilişkiyi 'deneyimlemiş', neredeyse aynı sözleri söylemiş olsalar da, birbirlerine tercüme edilemezliklerinde yatıyordur belki de çağımızda iki insanın, kadın ve erkeğin bireysel ve toplumsal şiiri.
En iyisi olan biteni yeniden kurgulamak.