Avrupa'nın siyasi ve bürokratik merkezinde yer alan Brüksel, hem Avrupa Birliği kurumlarına hem NATO'ya ev sahipliği yapması nedeniyle dünyanın en önemli karar merkezlerinden biri kabul ediliyor. Ancak Brüksel'in önemi yalnızca uluslararası kurumların varlığından değil, aynı zamanda çok kültürlü ve çok dilli yapısından, göçmen nüfusunun dinamizminden ve siyasi dengelerin sürekli değişen doğasından kaynaklanıyor. Bu nedenle şehri her ziyaret edişimde yeni bir tabloyla, yeni bir gerçeklikle ve yeni bir değerlendirmeyle karşılaşmam kaçınılmaz oluyor. Son ziyaretimde ise bu çok katmanlı yapının en dikkat çekici yüzlerinden biriyle, Brüksel Parlamentosu eski Başkanı ve TFA Partisi Genel Başkanı Fouad Ahidar ile kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirme fırsatı buldum. Yaklaşık 17 ay önce yine Brüksel'de Ahidar ile bir araya gelmiş ve seçim atmosferinde pek çok kritik başlığı konuşmuştuk. Aradan geçen zaman içinde hem Belçika'nın siyasi ikliminde hem Avrupa'nın göçmen ve Müslüman kimliğe yönelik yaklaşımında pek bir şeyin değişmediğini, hatta bazı noktalarda baskıların daha da görünür hale geldiğini görmek üzücü ama bir o kadar da öğretici oldu.
Belçika'nın üç resmi dili —Flamanca, Fransızca ve Almanca— ülke siyasetinin yapısını belirleyen temel unsurlar arasında yer alıyor. Bu diller üzerinden şekillenen siyasi bölünmeler, parlamentoda da kendisini net bir şekilde hissettiriyor. Brüksel Parlamentosu'nu gezdiğimde Flaman ve Fransız parlamenterlerin ayrı diller konuşmalarına rağmen Brüksel ortak paydasında çalışabildiğini gözlemledim. Farklı diller konuşan insanların siyasi sorumluluk için bir araya gelmesi elbette önemli bir kazanım; ancak bu uyumlu görünen tablonun arka planında ciddi siyasi gerilimlerin ve kimlik temelli ayrımların hâlâ çok güçlü olduğunu görmek mümkün.
Bu ayrımlar yalnızca diller üzerinden değil, kökenler üzerinden de büyüyor. Brüksel'de bugün siyasette söz sahibi olan birçok göçmen kökenli milletvekili bulunuyor. Ataları Fas'tan, Türkiye'den, Orta Doğu'dan veya Afrika'nın çeşitli bölgelerinden gelen bu insanlar, Belçika toplumu içinde artık kalıcı bir yer edinmiş durumda. Ancak göçmen olmak, özellikle de Müslüman kimliğine sahip olmak, Batı'nın birçok ülkesinde olduğu gibi Belçika'da da çeşitli zorlukları beraberinde getiriyor. Bu zorlukları en yakından yaşayan kişilerden biri de şüphesiz Fouad Ahidar. Kendisiyle uzun yıllardır tanışıklığımız ve yaptığım söyleşiler sayesinde, karşılaştığı zorlukların ne kadar derin olduğunu bir kez daha anlama fırsatım oldu. Ahidar'ın mücadelesi, yalnızca siyasi bir kariyer mücadelesi değil; aynı zamanda Avrupa'nın ikiyüzlü standartlarına karşı verilen bir kimlik mücadelesi niteliği taşıyor.
Ahidar yıllardır Brüksel'de evsizlere ev, işsizlere iş bulmak için çeşitli projeler geliştirmiş, toplumun dezavantajlı kesimlerine yönelik yoğun bir çaba göstermiş bir siyasetçi. Parlamentoda defalarca yalnız bırakılmış, kimi zaman fikirleri nedeniyle hedef alınmış, kimi zaman da inançları nedeniyle eleştirilmiş olmasına rağmen, duruşundan taviz vermemiş biri. Bu tavizsiz duruş, onu hem kendi partisi içinde hem de Brüksel siyasetinde özel bir yere getiriyor. Ancak tam da bu duruş nedeniyle baskılarla ve yıldırma politikalarıyla karşı karşıya bırakıldığını söylemek gerekiyor. Söyleşimiz sırasında anlattıkları, aslında Batı demokrasilerinin düşündüğümüz kadar kapsayıcı olmadığını, demokrasi söyleminin çoğu zaman yalnızca bir maskeden ibaret kaldığını bir kez daha ispatlar nitelikteydi.
Belçika'da yapılan son seçimlerde TFA Partisi üç milletvekili çıkarmayı başardı. Bu sonuç, ülke siyasetinde dengeleri değiştiren bir başarı oldu. Koalisyon görüşmelerinde iki milletvekilinin imzasına ihtiyaç duyulduğu için Fouad Ahidar'ın liderliğini yaptığı TFA bir anda kilit parti konumuna geldi. Tam da bu noktada işin rengi değişti. Avrupa'nın en çok övündüğü şey olan demokrasi kültürünün, Müslüman bir siyasetçi söz konusu olduğunda nasıl bükülebildiğini, nasıl şekil değiştirebildiğini gösteren ibretlik bir süreç yaşandı. Ahidar'a açıkça şu teklifler yapılmış: Helal kesim konusundaki görüşlerinden vazgeçmesi, başörtüsünü savunmayı bırakması, Gazze'de yaşanan insanlık dramı karşısında sesini kısmayı kabul etmesi… Eğer bunları yaparsa kendisine bakanlık verileceği, siyasi olarak önü açılacağı söylenmiş. Bir ülkede bir siyasetçinin bakan olabilmesi için bir görüşünden, bir duruşundan, üstelik dini ve insani bir duruşundan vazgeçmesinin teklif edilmesi, Batı siyasetinin kirli yüzünü göstermeye yetiyor.
Ancak Ahidar tüm bu teklifleri reddetmiş. Makam ve mevki için kimliğinden, inancından, insanlık onurundan vazgeçmeyecek kadar sağlam duruşa sahip olduğunu bir kez daha ortaya koymuş. Onun bu tavrı yalnızca kendisini değil, Brüksel Parlamentosu'nda yer alan tüm Müslümanları ve göçmenleri onurlandıran bir kararlılık örneği oluşturuyor. Tam da bu nedenle Belçika'da 17 aydır hükümet kurulamamış olması tesadüf değil. Çünkü sistem, Ahidar gibi dik duran bir Müslüman siyasetçinin varlığını hazmedemiyor; onu devre dışı bırakmak için her yolu deniyor. Bu durum Belçika siyasetinin içine düştüğü açmazı ve Batı demokrasisinin ne kadar seçici olduğunu gözler önüne seriyor.
Sohbetimiz daha geniş bir perspektife evrildiğinde ise Batı dünyasının Müslüman coğrafyaya bakış açısındaki önyargılar bir kez daha gündeme geldi. İslamofobi'nin artık sistematik bir hale geldiğini, bazı ülkelerde kurumsallaşmış bir nefret politikasına dönüştüğünü tüm çıplaklığıyla konuşma fırsatımız oldu. Türkofobi ise özellikle Türkiye'nin uluslararası arenada güçlenen sesine paralel şekilde arttığı açıkça ortada. Ahidar, Türkiye'nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinde maruz kaldığı çifte standardın her gün daha görünür hale geldiğini, özellikle Ayasofya'nın ibadete açılması sonrası Batı'da yükselen itirazların tam bir önyargı göstergesi olduğunu ifade ederken haklı bir serzenişte bulunuyordu. Türkiye'nin attığı her adımın önyargılarla karşılanması, Batı'nın Türkiye'ye yönelik yaklaşımında hiçbir yapısal değişimin olmadığını gösteriyor.
Ahidar'ın üzerinde durduğu en etkileyici noktalardan biri ise şuydu: "Batı'ya karşı en güçlü cevap, doğru işler yapmak ve doğru duruş göstermekle verilir." Kendi yaşam tarzıyla, yaptığı çalışmalarla ve savunduğu değerlerle Batı'ya bir ayna olması gerektiğini söylemesi, aslında büyük bir farkındalığın ve samimi bir mücadelenin ifadesiydi. Çünkü Avrupa'nın içinde yetişmiş, burada siyaset yapmış ve yıllardır Avrupa kurumlarının tam göbeğinde bulunmuş biri olarak bu tespiti en doğru şekilde yapabilecek kişilerden biri olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Brüksel'de yaptığım bu ziyaret, yalnızca bir söyleşiden ibaret değildi; aynı zamanda Batı'nın demokrasi algısının nerede başlayıp nerede tıkandığını anlamamı sağlayan önemli bir gözlem fırsatı oldu. Bugün Avrupa'da Müslüman bir siyasetçi olmanın ne demek olduğunu, hangi görünmez baskılarla, hangi açık tehditlerle mücadele etmek zorunda kalındığını yerinde görme imkânı buldum. Fouad Ahidar'ın onurlu ve dirayetli duruşu ise tüm bu tablo içinde bir ışık gibi parlıyor. O yalnızca Belçika'daki Müslümanların değil; haksızlığa uğrayan, ötekileştirilen tüm halkların sesi olma çabasıyla hareket eden bir isim. Hangi teklif gelirse gelsin kimliğini, inancını ve doğrularını satmayan bu kararlı duruş, ona yalnızca siyasi bir güç değil, aynı zamanda insani bir değer kazandırıyor.
Brüksel'den ayrılırken aklımda kalan en önemli düşünce şu oldu: Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Avrupa'da da demokrasi söylemi, kimlik, inanç ve duruş söz konusu olduğunda sınanmaya devam ediyor. Bu sınavdan alnının akıyla çıkan nadir siyasetçilerden biri olan Fouad Ahidar'ın mücadelesi ise yalnızca Belçika için değil, tüm dünya için ilham verici bir örnek oluşturmaya devam ediyor.









